Radyo programcılığı yapmak, mikrofon başında olmak nasıl bir duygu? Öncelikle radyoculuk, bilinenin aksine tematik radyolarda hobi değil ciddi bir sorumluluk gerektiren zorlu bir görevdir. Bir öğrencinin nasıl çalışması ve yapması gereken ev ödevleri varsa başarılı olduğumu düşündüğüm bu alanda mikrofon başında olmayı bir ev ödevi gibi görüyorum. Çünkü mikrofonun elleri vardır: Kalplere uzanır. Siyah mikrofonlardan hayatın kalbine savurduğumuz her cümlenin bir ağırlığı vardır. Zira radyo başında bizi dinleyenleri meydanlara toplayıp kentin ölü ruhlarına uyanın diye seslenen iç ses gibidir mikrofon. Önemlidir. Sınırlarını, zaaflarını bilmeyenleri elinde oyuncak yapar. Bilenlerin elinde kalem olur, kitap olur. Gül dikmeyi de öğretir, silah kuşanmayı da. Ölmeyi de öğretir, yaşamayı da. Yazmayı da öğretir, bildiklerinizi unutturmayı da. Ben, bu yüzden özellikle tematik radyoların insanı onaran, hürmete değer sözcüler olduğunu düşünüyorum. Radyoyu aptal bir müzik kutusu yerine okul gören; vicdan, akıl, ruh, anlam, kültür, sanat gören ve medeniyet projesi olarak önemseyen radyoculardan birisi olduğum için şükrediyorum. Sizin için radyo neyi ifade ediyor? Neden radyoculuk? Her program benim için bir dağ başında ateş yakmak ve insanları o ateşin başına toplayıp beraber aydınlanma sahnesiyle başlar ve biter. Radyo programlarımın sadece dinleyenleri değil beni de çok etkilediğini fark ettim. Radyoda birilerine anlam pazarlamaya çalışırken o cümlelerin ağırlığını gündelik hayatta yaşayamadığım zamanlar çok olmuştur. Çok olan başka bir şey daha vardır ki radyoda tam söyleyecekken kendime “Bunu sen yapmıyorsun peki neden anlatıyorum?” diye sorgulayıp yuttuğum ve söylemekten vazgeçtiğim binlerce cümlem olduğu. Radyoda konuşurken kendime geliyorum. Hayatı orada anlattıklarımla yaşamaya çalıştığımda huzur buluyorum. Bu yüzden en fazla benim hayatımı da onardığı için radyoculuk yapmaya devam ediyorum. Sonuçta, hayat ve ölüm arası zaten içeriktir. Az yaşamayı, çokça ölmeyi biliyorsanız; biraz okuyup çokça vicdan sahibiyseniz heybenizde mutlaka bir şeyler vardır. Sadece harfleri yan yana dizip cümlelerin ipini çekmek kalır size. Her programa başlarken kendime “Korkma, Allah bildirendir!” diye cesaret veriyorum. Bugün otuzlu yaşlarımın omuzlarına çıkıp on sekizimde başladığım radyoculuğumun gözlerine bakınca neşeler, hüzünler, intiharlar, akıl hastaneleri, hidayetler, isyanlar, darbeler, saplantılar, aşklar v.s hepsini görüyorum. Kara kutunun içinden gelen o sesin bir genç kız, ergenlik çağı isyanlarının eşiğinde duran bir delikanlı, hayatta her şeyini kaybedip kalbinin üstüne radyosunu koyup dost diye sarılan birisi için ne anlama geldiğini sanırım en iyi bilenlerden biriyim. “Radyo, kimin hayatına ne yapar?” sorusunu: “Ne yapmaz ki?” diye cevaplarım. Annesinin, babasının, kocasının, toplumun, üniversitelerin, edebiyatın, sanatın belki kendisinin bile kendini önemsemediği genç kızların, kadınların programlarımıza “gözyaşı, hüzün seli, yalnızlık, umut(v.s) takma isimlerle gönderdikleri mektupları okuyup onları önemseyen bir kalbim olduğu için hep şükrederim. Bence radyocu olmak böyle bir şeydir. Karşındakini önemsemek. Programcılığın değer vermekle ölçülebilen bir terazisi var. Zaten dinleyici bu yüzden bizi ailesinden biri görmüş, dertleşmiş, abi demiştir. Bundan başka hiçbir kalıpla insanlığa elbise dikemezsiniz. Değer vermek uçuruma atlayacakları koruyan bir giz zırhıdır. Uzun zamandır hem radyo programı yapıyor hem de edebiyatın içindesiniz ikisi arasında ne gibi farklar veya benzerlikler var? Edebiyatla radyo birbirini destekleyen ve tamamlayan ikiz kardeş gibidir. İyi yazar ya da iyi radyocu olmak değil, tükenmemek istiyorum. Bu yüzden okumak, yazmak, yaşamak ve radyo programı yapmak bir umut olarak beni hayata bağlayan şeyler. Sonuçta beni dinleyen ve okuyan insanlarla hep aynı yaşta, aynı isimlere sahibiz. Cümleler yere düşmesin, değerini yitirmesin, kirlenmesin diye kaygı duyuyoruz. İnsanların benim şeklime, boyuma posuma, rütbelerime değer vermesini istemem. Belki bu kadar gizemi, masumiyeti ve 15 yıl sonra bile bize yaşayabilmeyi, şükredebilmeyi borçlu olduğunu yazan insanları anlamlandıran bu: Tüketilmemişlik duygusudur. Her şeyi başkalarından daha iyi kavrıyor, daha fazla yıpranıyor, gelecek için daha fazla kaygılanıyoruz. Üstelik yaşarken, birbirimizi lekelemeden yaşlanıyoruz. Ömründe hiç görmediği bir adamın cebindeki cümlelere tutunup nefes alıp verebilen herkesin beni sevmesi, benim onları sevmem yeter de artar bil. Sevdiğim insanların gözümdeki değeri düşmesin diye birçok şeyden uzak durmayı konuştuktan ve yazdıktan sonra gereksiz tartışmalara girmemeyi daha anlamlı buluyorum. Aslında derin farklardan değil sadece konuşmanın yazmaktan daha kolay bir şey olduğundan bahsedebiliriz. Sonuçta her insan az çok bir şeyler konuşabilir, ama yazmak daha çok dikkat, bilgi, birikim ve kalıcı olduğu için sağlam temellere ihtiyaç duyuyor. Kıyaslarsak radyo programı günlük, ama yazılar ve edebiyat sürekli takip edilen ve sizin yakanıza ömür boyu yapışacak bir şeydir. Ama güzel olan şu; beni okuyan ya da dinleyenlerle tanışmıyor olsak da en çok sevdiğimiz şey birbirimiz. Takip edenleri bakımından son dönem edebiyat okuru ya da radyo dinleyicisi hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Öncelikle birkaç tanımlama yapmakta fayda var. Bizim edebiyat olarak gördüğümüz beynimizin bilinmeyen köşelerine yıldırımlar düşürüp bizi ürküten, varlığımızı, ruh halimizi ya da adamlığımızı veya toplum içinde kabul görme evremizi tamamladığımız bütün cümleler; kafamızın içinde koca bir çöplüğü doldurmaktan başka hiçbir işe yaramıyor. Özellikle son birkaç yıldır edebiyata bulaşan her insanın ve özellikle genç kuşağın maneviyattan uzaklaştığı sadece bilimsel araştırmaların değil, aklı başında her insanın görebileceği belirginliktedir. Elbette bu durum, sinsi bir hastalık gibi özellikle ****en sonrası kuşağını derin bir boşluğa yuvarlamakta ve toplumsal dinamitlerin hemen hemen hepsine hadsiz müdahaleler yapmaktadır. Şiir, felsefe ve kişisel gelişimle başlayan bu saplantı; bütün alanlardan daha fazla [Spor, siyaset, eğlence, sanat v.b.] ruh dünyasında kalıcı hasara neden olmakta ve insanı sürekli kendi dilini konuşmayı zorunlu kılan bir zırh kuşanmaya mecbur etmekte, yeni yaşam teorileriyle neredeyse ‘edebiyatı’ dine karşı düşünce geliştiren bir hale çevirmektedir. Bu yüzden bütün okuduklarımız, yazdıklarımız, konuştuklarımız, çok şey biliyor havasına bürünmek için Doğu-Batı edebiyatından hatmettiğimiz ve aşırdığımız cümleler; şair-şiir tapınmalarımız,‘Ne çok şey biliyor!’ desinler diye uğraşlarımız; sağda solda, arkadaş ortamında, kibirli olduğunu düşündüğümüz insanların yanında ya da bizden daha mütevazı kişilerin karşısında gururdan kalelerimizle kanlı kelâm savaşları yapmamızın hayatımızda bugüne kadar artistik takıntılardan başka sahici bir faydası olduğu düşünmüyorum. Üstelik ağzımızdan dökülen ölü kelimeler, başkalarının cümleleriyle taslanılan bilge adam rollerinin hepsi de enaniyet kokmaktadır. Bu nedenle benim okur ve dinleyicilerimden özellikle ricam şudur ki: edebiyatın bu kirli alanından lütfen uzak durun. Ayrıca akîl adamların bir an önce edebiyatın edebini kuşanarak şiirleri yücelten, şairleri öven, geçmişini, geleneğini, samimiyetini garip bir budalalığa kurban edip sorunlu ve sonsuz bir boşluğa doğru yol alan edebiyat ortamını gurur ve kibir dağlarına çıkaran bu yeni kuşağa karşı “öze dönüş teorileri” üretmeleri en geçerli edebi kazanım olacaktır, kanaatindeyim. Hepsinin insanı olması gereken eksenden’ uzaklaştırdığıdır. Özellikle 90 sonrası başlayan edebiyat yağmalama, dergi çıkartma, şiir analizi yapma, edebi metinlerde niyet, düşünce ve estetik arama yerine boşluk ve kibir büyütmenin en temel aktörü olan genç kuşaklar maalesef “edebiyatı sigaralarıyla tüttürecekleri modern tüketim malzemesine dönüştürmüştür!” Maneviyatın bütün kazanımlarını alt-üst eden bu yeni düzenin özellikle‘günümüzde’ en temel adı olan edebiyat, bu açıdan bakıldığında “sadece ruh bönlüğünü tatmin eden koca bir palavradır!” “Bir sınır yoksa hiç sınır yoktur.” diye bir söz duymuştum. Bizim inancımızın, edebiyatımızın ve radyoculuğumuzun sınırları elbette var. Lakin bizi takip eden veya yargılayanlar bu gerçeklerden habersiz slogan atıyorlar. İnsanlar kendileri gibi düşünmemizi, kendi istedikleri gibi yazmamızı, kendilerin aynası ya da maskesi olmamızı istemekten vazgeçmeli; yazdıklarımızı ve konuştuklarımızı karalamak, yaftalamak yerine fikir yönünden ciddiyetle tartışarak olaya yaklaşmalıdır. Ayrımcılığa karşı durmuş, zenci muamelesi görmüş, dışlanmış ve iç sesleri susturulmuş bir mahallede olmak kaderimiz değildir, olmamalıdır. Biz birilerinin acıması için bir takım sıkıntılara katlanmadık. Kimseye vicdan borcumuz yok. Hesabımızı Allah’a vermek en dürüst yaklaşımdır. Bu üzüleceğimiz bir şey değil, tam aksine vicdan sahibi olduğumuz için buna seve seve katlandık. İnsanın, gözyaşlarını sevmesi gerekir. Gözyaşı kirlenmemişliktir. O yüzden konu biraz sosyolojik boyutunu kaybedip, psikolojik bir savaşa dönüşüyor. Hayatımızın tek merkezi ve hesap sahibinin Allah olduğunu unutmadan yazdığımız, yaşadığımız ve konuştuğumuz gün her şey düzelmiş olacak. . Radyocu olmak isteyen genç arkadaşlara neler tavsiye edersiniz, neler yapmalılar? Radyocu olmak için öncelikle iyi bir cesarete sahip olmak, aklınızın kapılarını bilgi ve anlam dünyasına açmak gerekiyor. Sadece okumak değil sokakları, caddeleri, hayatı yaşamanız; insanların kaygılarını, kahvehane muhabbetlerini, gündelik yaşamlarını bilmeniz gerekiyor. Bu yüzden kendinizi olabildiğince sıradanlaştırmalısınız. Yoksa radyoda konuştuklarınızla hayat birbiriyle alakası olmayan ölü cümleler doğurur. Tarih, edebiyat, felsefe bilin –eyvallah- ama işe ailenizden başlayın ya da kendinizden. Nasıl bir program dinlerim sorunu önce kendinize sorun. Ama buna vereceğiniz cevaplar basit bir algıya değil, sizi ideal olana yaklaştırmalı. Dinleyicinin çıtasını nasıl yükseltirim, bu anlattığım konuyu nasıl süsler ve hiç unutmayacakları bir zihni olgunluğa eriştiririm, sesime ve anlatım dilime nasıl bir heyecan katarsam etkili olurum sorularını bir dinleyici olarak cevaplar bulduktan sonra radyoya başlamakta fayda var kanaatindeyim. Özellikle de iç sesiyle değil, okuduğu kitaplardan arakladığı cümlelerin hiç sesleriyle konuşan, eziklik duygusu yaşayan gençlerin radyodan uzak durmasını tavsiye ederim. Aşağılık komplekslerinden ve gururdan, her şeyi ben bilirim havasından uzak durmalı bir radyocu. Sonuçta radyoculuk sizi farklı biri yapmaz, sadece kendinizi fark ettiğiniz biri yapar. Elbette bu farkındalık dinleyicin boş avucunuza bırakacağı dolu cümleleri hazmedip almak ve size uzatılan boş avuçlara dolu avucunuzdan bir şeyler bırakmak demektir. Farklı olmak için değil de bir farkınız olsun diye çaba içerisinde olmanız lazım.