95. YILINDA CUMHURİYETİN KURULUŞUNA GİDEN YOL – 1
“Türk milletinin karakterine en uygun yönetim şekli cumhuriyettir” diyen Atatürk çok haklıydı. Çünkü İslam öncesi Türklerde de bir tür halk yönetimi vardı. Ulu Önder Atatürk, cumhuriyet için ilk adımları Milli Mücadele ile birlikte attı. Türk tarihindeki en büyük devrim olan cumhuriyetin başkenti olarak Ankara'yı seçmesi ise tesadüf değildi…
Bu yıl cumhuriyetimizin 95. yılını kutluyoruz. Atatürk'ün “en büyük eserim” dediği cumhuriyetimizi onun büyüklüğüne yakışır biçimde kutlamak için üç gün devam edecek bir yazı dizisi hazırladım. Bu yazı dizisinde Türkiye'nin saltanattan cumhuriyete nasıl ulaştığını, Atatürk'ün olağanüstü cumhuriyet mücadelesini anlatmaya çalıştım.
Nice 95 yıllara…
EN UYGUN YÖNETİM ŞEKLİ
Cumhuriyetin ilanı, Türk tarihindeki en büyük devrimdir.
Düşünsenize! Atatürk, bu topraklarda 1000 yıldan fazla bir zamandır devam eden saltanat düzenine son vererek cumhuriyeti ilan etti.
Peki! Cumhuriyetin ilan edilmesi, Türk tarihinin doğal akışına ters miydi?
Kesinlikle hayır!
Cumhuriyetin en basit tanımı “halk yönetimi”dir.
Türk milletinin karakterine ve adetlerine en uygun yönetim şekli cumhuriyettir” diyen Atatürk çok haklıydı. Çünkü İslam öncesi Türklerde bir tür “halk yönetimi” vardı. Türkler özgürlüklerine çok düşkünlerdi. Ancak zaman içinde sultanların/ padişahların/ halifelerin baskısı altında kalmışlardı.
Atatürk'ün “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabındaki ifadeleriyle; “Türk milleti en eski tarihlerinde meşhur kurultaylarında devlet başkanlarını seçmeleriyle demokrasi düşüncesine ne kadar bağlı olduklarını göstermişlerdir. Son tarih devletlerinde Türklerin oluşturdukları devletlerde başlarına geçen padişahlar bu usulden ayrılarak baskıcı olmuşlardır.”
Saltanat düzeni, Türklerin özgür ruhlarına tamamen aykırıydı. Türkler, egemenliklerini saraya, sultana kaptırmamak için çok mücadele ettiler. Bu nedenle dışlandılar, öldürüldüler, merkezden çevreye itildiler. Kendi kurdukları imparatorluğun “ötekisi” olmak zorunda bırakıldılar.
Türk milleti yüzyıllarca devam eden bu saltanat baskısından, kendi yurdunun ötekisi olmaktan, kula kulluk etmekten cumhuriyet sayesinde kurtuldu.
PADİŞAH OTORİTESİNİN AZALMASI
1789 Fransız Devrimi tüm dünyayı olduğu gibi Osmanlı'yı da etkiledi. Devrim ateşi tahtları devirmeye taçları eritmeye başlamıştı. Fransa'da cumhuriyet ilan edilmişti.
Osmanlı'da, kendini “Tanrı'nın yeryüzündeki gölgesi olarak” gören halife/ padişahların mutlak otoritesi 19. yüzyıldan itibaren sarsılmaya başladı.
1808'de Sened-i İttifak'ın imzalanması, Meşveret Meclislerinden ayrı meclislerin kurulması, 1839 Tanzimat Fermanı'yla padişahın “kanun” üstünlüğünü tanıması, “ilkel bir parlamento” durumundaki Meclis-i Ali'yi Tanzimat'ın açılması, 1869'da yöneticilerden ve il temsilcilerinden oluşan Şura-yı Devlet'in kurulması gibi adımlarla her geçen gün padişahın egemenliği biraz daha sınırlandırıldı.
Burada gözden kaçırılmaması gereken nokta şudur: Osmanlı'da, 1808'deki Sened-i İttifak'tan 1876'daki I. Meşrutiyet'e kadar geçen 68 yılda padişahın egemenlik alanı sınırlanırken halkın egemenlik alanı genişlemedi. Çünkü Niyazi Berkes'in ifadesiyle “Yönetilenlerin yönetim işine katılması Osmanlı geleneğine yabancı bir tutumdu. (Niyazi Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma, s. 170)
MEŞRUTİYET VE HÜRRİYET
Peki! Osmanlı'da 1876'da anayasanın (Kanuni Esasi) ilanı ve meclisin açılması, yani I. Meşrutiyet halkın yönetime katılmasını sağladı mı? Evet! Kanuni Esasi'ye göre Mebusan Meclisi için seçimler yapıldı. Dolayısıyla görünüşte çok sınırlı da olsa halk yönetime katıldı. Ancak yine Kanuni Esasi'ye göre aslında I. Meşrutiyet Meclisi'nin hiçbir etkisi ve yetkisi yoktu. Anayasaya göre tüm yetkiler padişahın elinde toplanmıştı.
II Abdülhamit bu anayasaya dayanarak 1878'de meclisi tatil etti, bir daha da 30 yıl boyunca toplantıya çağırmadı. Yani, padişah anayasaya rağmen değil, anayasaya dayanarak istibdat (baskı) düzenini kurdu.
Önce Jön Türkler ve daha sonra da asker-sivil İttihat Terakki mensupları II. Abdülhamit'e karşı “hürriyet” mücadelesine başladılar. Amaçları, II. Abdülhamit'e yeniden “anayasayı” ilan ettirmek ve yeniden “meclisi” açtırmaktı.
30 yıllık bir mücadeleden sonra 1908'de bu hayal gerçekleşti: II. Abdülhamit, İttihat ve Terakki'nin baskısıyla 23 Temmuz 1908'de anayasayı yürürlüğe koyup meclisi açtı. Böylece II. Meşrutiyet ilan edildi. İstibdat yıkıldı. Hürriyet geldi. Osmanlı aydınları, asker-sivil İttihatçılar bu değişimi –II. Abdülhamit'in tahtan indirilmesi, daha demokratik bir anayasanın hazırlanması şartıyla- yeterli görüyorlardı. Nitekim 1909'da 31 Mart Olayı'ndan sonra II. Abdülhamit tahttan indirildi ve anayasa demokratikleştirildi.
İttihatçılar, 1913'te Bab-ı Ali Baskını'ndan itibaren yönetimin mutlak hâkimi olunca 1918 yılına kadar meşrutiyetten başka bir yönetim modeli düşünmediler. Ne de olsa bu 10 yıl içinde -birçok parti kurulup göstermelik olarak seçimler yapılmış olsa da- tüm güç İttihat ve Terakki'nin elindeydi. Padişah V. Mehmet Reşat'ı avuçlarının içine alan İttihatçılar, I. Dünya Savaşı sırasında anayasada bazı değişiklikler yaparak padişahın yetkilerini bile artırdılar. İttihatçılar, bu durumda meşrutiyeti yeterli görüyorlardı. Ancak, I. Dünya Savaşı sonuna doğru değişen şartlar, Talat Paşa gibi bazı İttihatçılara “cumhuriyeti” düşündürdü.
Meşrutiyet, cumhuriyetin laboratuvarı oldu: Anayasa, partiler, seçim, sandık, parlamento, halkın yönetime katılması gibi kavramlar bu dönemde gündeme gelip tartışıldı.
Cumhuriyetten önce hürriyet fikri oluştu

Atatürk'te “cumhuriyet” düşüncesinden önce -II. Abdülhamit istibdadına karşı- “hürriyet” düşüncesi ortaya çıktı. Atatürk daha askeri öğrencilik yıllarında Namık Kemal, gibi “hürriyetçi” aydınların eserlerini okuyordu. Harp Akademisi'nde hürriyetçi fikirleri yaymak için gizlice bir gazete çıkarmış, bir ihbar sonunda yakalanmış, kısa bir süre hapis yatmıştı.
1905'te ilk görev yeri olan Şam'da hürriyetçi arkadaşlarıyla birlikte “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti”ni kurmuştu. Bir süre İttihat ve Terakki saflarında hürriyet mücadelesini sürdürmüştü. 1909'da İttihatçılardan ayrılmıştı.
Osmanlı aydınları ve asker-sivil İttihat Terakki kadroları meşrutiyetin ilanını yeterli görürken Atatürk, meşrutiyeti asla yeterli görmüyordu.
Arkadaşlarının anlattıklarına göre Atatürk, daha Abdülhamit döneminde “cumhuriyetten” söz ediyordu.
Atatürk'ün Abdülhamit'e karşı “hürriyet” mücadelesi, zamanla saraya/sultana karşı “milli egemenlik” yani “cumhuriyet” mücadelesine dönüştü.
FRANSA ETKİSİ
Atatürk, cumhuriyet kavramıyla Fransız aydınlarının eserleriyle tanıştı. Montesquieu'yü, J. J. Rousseau'yu okudu. J.J. Rousseau'nun tüm eserlerini okuduğunu 1 Aralık 1921'de TBMM kürsüsünden bile açıkladı. Hatta “Toplum Sözleşmesi”ndeki egemenlik kavramını yeterli bulmayarak gerçek egemenliğin “milli egemenlik” olduğunu söyledi.
Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'ni kurarken Fransız modelinden esinlendiğini söylüyordu. Ancak bizim cumhuriyetimizin taklit, kopya bir cumhuriyet olmadığını, hatta Fransız modelini aştığını da ekliyordu: Örneğin TBMM'de yaptığı bir konuşmada, “Kayıtsız şartsız millet egemenliğine” dayanan Türk Devrimi'nin, hükümdarla-millet arasında “kayıt ve şartlar” ile denge arayan Fransız Devrimi'ni aştığını belirtmişti. “Türk demokrasisi (cumhuriyeti), Fransa ihtilalinin açtığı yolu takip etmiş fakat kendisine has seçkin niteliği ile gelişmiştir” demişti.
CUMHURiYETiN ÖRTÜSÜ: MiLLi iRADE

Atatürk, Milli Mücadele'nin başlarında emperyalist işgale karşı ülkenin değişik yerlerinde kendi kendine ortaya çıkan haklı halk direnişinin; Kuvayı Milliye'nin, Müdafaa-i Hukuk Hareketi'nin cumhuriyete dönüştürülebileceğini çabuk sezdi. Çünkü millet belki de ilk kez sarayın/ sultanın isteği dışında kendi isteğiyle, kendi iradesiyle düşmana karşı direnişe geçmişti. Atatürk bu haklı halk direnişiyle ortaya çıkan “milli iradeyi” cumhuriyete dönüştürmek için kolları sıvadı.
Atatürk, Milli Mücadele yıllarında bir taraftan emperyalizme karşı “tam bağımsızlık” savaşı verirken diğer taraftan saraya/sultana karşı “milli egemenlik” adı altında cumhuriyet mücadelesi verdi.
Anadolu'ya geçer geçmez, her fırsatta “milli iradeye” vurgu yaptı. Cumhuriyetten açıkça hiç söz etmedi, ama her fırsatta “irade-i milliye”, “hâkimiyet-i milliye” kavramlarını kullandı.
Amasya Genelgesi'nde, “Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” dedi. Erzurum Kongresi'nde, “Milli iradeyi etkin milli kuvvetleri hâkim kılmak esastır” kararı alındı. Erzurum'da bir gün Mazhar Müfit Kansu'ya “Memlekette milli irade tabi olacak, Kuvayı Milliye de bu iradeye tabi. Hakikat bu olunca neler olmaz.” dedi. Hatta gelecekte “cumhuriyeti” ilan edeceğini söyledi. “Not al, şimdilik kimseye gösterme” dedi.
III. MEŞRUTiYETTEN CUMHURiYETE

23 Temmuz 1908'de II. Meşrutiyet ilan edildi. Milli Mücadele'nin başlarına kadar, tam 10 yıl Türkiye meşrutiyetle yönetildi.
İşgalin ilk günlerinde Rauf Bey'e, “Ortada bir millet var koyun sürüsü, ona bir çoban lazım, o da benim” diyen Padişah VI. Mehmet Vahdettin, 21 Aralık 1918'de meclisi dağıttı. Bir daha seçim çağrısı yapmadı. Dahası, 4 Ocak 1919'da seçimlerin barış yapılıncaya kadar ertelendiğini açıkladı. Böylece Padişah Vahdettin, II. Meşrutiyet'e son vermiş oldu.
Bu nedenle Milli Mücadele yıllarında dönemin “devrimcileri” bile üçüncü kez meşrutiyete dönmenin hesaplarını yapıyorlar; bunun için yeniden Osmanlı Mebusan Meclisi'nin açılmasını istiyorlardı. Atatürk hariç neredeyse hiç kimsenin kafasında cumhuriyet yoktu.
12 Ocak 1920'de Padişah Vahdettin, Osmanlı Mebusan Meclisi'ni açtı. Böylece bir anlamda III. Meşruiyet ilan edilmiş oldu. Vahdettin, hasta olduğunu belirtip meclisin açılışına gitmedi.
II. Meşrutiyetin ilanı büyük coşkuyla kutlanmıştı. Ne de olsa istibdat zincirleri parçalanmış, memlekete hürriyet gelmişti.

O günlerde Avusturya ve Macaristan birer cumhuriyete dönüşmüş, yeni kurulan Polonya ve Çekoslovakya da cumhuriyet biçiminde örgütlenmişlerdi. Atatürk, Milli Mücadele ortamında dünyadaki bu gelişmeleri de yakından takip ediyordu.
16 Mart 1920'de İngilizlerin İstanbul'u işgal edip Meclisi Mebusan'ı dağıtmaları üzerine hemen harekete geçen Atatürk, Ankara'da bir “kurucu meclis” toplamak istedi, ancak bunun yanlış anlaşılacağını düşünerek “olağanüstü bir meclis” için hazırlıklara başladı.
23 Nisan 1920'de Ankara'da açılan TBMM, meşrutiyetten cumhuriyete geçişin en önemli adımıydı. TBMM tam anlamıyla cumhuriyetin ayak seslerinin duyulduğu bir meclisti. Ancak o günlerde o sesleri duyabilen çok az kişi vardı. Herkes hâlâ anayasalı padişahlı parlamento düzeninin, yani meşrutiyetin devam edeceğini düşünüyordu.
Atatürk ise “vicdanında milli bir sır olarak sakladığı” cumhuriyete doğru yürüyordu.
ANKARA AHi CUMHURiYETi

Atatürk'ün cumhuriyet düşüncesinin yerli- milli kökleri de vardı. Atatürk kendi ifadeleriyle Ankara Ahi Cumhuriyeti'nden (1290-1354 yılları arasında Ankara'da kurulduğu iddia edilen devlet) esinlendiğini şöyle ifade etmişti: “… Ben Ankara'yı coğrafya kitabından ziyade tarihten öğrendim ve cumhuriyet merkezi olarak öğrendim. Hakikaten Selçuki idaresinin bölünmesi üzerine Anadolu'da kurulan küçük hükümetlerin isimlerini okurken bir Ankara Cumhuriyeti'ni görmüştüm. Tarih sayfalarının bana bir cumhuriyet merkezi olarak tanıttığı Ankara'ya ilk defa geldiğim o gün gördüm ki aradan geçen asırlara rağmen Ankara'da hâlâ o cumhuriyet kabiliyeti devam ediyor…”
HALKA DA ANLATTI
Atatürk, 15 Ocak 1923'te Eskişehir'de gazetecilerle ve halka yaptığı görüşmede de Ankara Ahi Cumhuriyeti'nden şöyle söz etmişti: “Selçukluların yıkılmasından sonra Anadolu'da küçük değişik yönetimler yanında yalnız Ankara'da bir cumhuriyet yönetimine rastlıyoruz”. (Arı İnan, Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları, s. 30,31)
YARIN: Atatürk, cumhuriyeti vicdanında milli bir sır olarak nasıl sakladı?