İngiltere Kraliçesi I. Elizabeth, 1575 yılının Mart ayında, yanında Leicester Kontu Robert Dudley ile, dönemin en ünlü matematikçisi ve astroloğu John Dee'nin Mortlake'teki evine gitti. Aradan dört yüz yıldan fazla bir zamanın geçtiğini sürekli aklınızda tutmanızı istemeyeceğim. Neyin "gerçek" olduğunu saptamak hep son derece güç olmuştur; hele anlatılanın üzerinden yüzyıllar geçmişse, "kurmak” zorunlu bir hale gelebilir: fosilden dinozor yaratma çabası.

Birşeyin kurulmuş olması, onun gerçek olmamasını gerektirmez ama, tıpkı tarihsel veri olarak kabul edilenlerin gerçek olmasının gerekmediği gibi. Ve bir uyarı daha: Şeytan'lı bir öykü olacak bu: ancak simya yoluyla ortaya çıkacak ve sonra kendini yok edecek o yüzden.

1575 yılının Mart ayı dedim, daha kesin konuşmak istiyorum oysa: 10 Mart günü, şafaktan bir buçuk saat kadar sonra, Elizabeth'i ve Robert Dudley'yi, Mortlake'teki evin önünde, atlarından indiriyorum. Bir kraliçenin at sırtında yolculuk yapması garipsenmesin: Elizabeth, 43 yaşında olmasına rağmen, küçük yaşlarından beri ata binerdi, anakronik bir tanımlama olacak ama, atletik bir yapısı vardı. Saat çok erkendi ve Kraliçeyle Kont geleceklerini haber vermemişti, ama John Dee, ikinci kattaki kütüphanesinin penceresinde onların gelmesini bekliyordu. İngiltere'nin en zengin kitap koleksiyonuydu bu; yalnızca okült yapıtlar değil, Rönesans'ta bilinen hemen her şeyi kapsayan, binlerce cilt vardı kütüphanesinde. Konukların geldiğini görünce, alt kata indi Dee.

Yod, atlarla ilgilen lütfen, dedi yardımcısına - daha sonraları Edward Kelly adıyla tanınacak olan, medyumluk ve ölüleri diriltme konularında hayalgücü geniş, etkileyici bir şarlatan olarak bilinen bu adamın yaşını tahmin etmek zordu. John Dee'yle ilişkisinde tanımı güç bazı yönler vardı insanların dikkatini çeken: yüzeydeki güç ilişkisinin altında, ters yönde bir buyurganlık seziliyordu. Diye düşünüyorum; bu öyküde Kelley'nin, büyü, astroloji, geleceği görme gibi konularda hiçbir yetisi olmayan bir sahtekarı büyük bir zevkle, hiçbir alkış beklentisi olmadan, yalnızca kendi eğlencesi için oynayan Şeytan, evet, Şeytan'ın kendisi olmasını istiyorum çünkü. Ve her ne kadar, Dee'nin Kraliçeye olan aşkını ve bunun sonuçlarını anlatacaksam da, O'nu anlatmış olacağımı biliyorum.

Her neyse, işimize bakalım. Kraliçenin birisini görmek için onun evine kadar gelmesi, tabii ki büyük bir onurdu ve John Dee'nin (kulaktan kulağa, büyüyle uğraştığı ve Yüce Efendimiz'e karşı, kötücül güçlerle işbirliği yaptığı fısıldandığı için, toplumsal normların hemen kenarında, bıçaksırtı bir dengede yaşayan bir astrolog-matematikçinin) bu kadar açıkça onurlandırılması, mutlaka bazı kaşların kalkmasına yol açacaktı. Konunun çok önemli olduğu anlaşılıyordu. Elizabeth, daha kraliçe olmadan önce Dee'ye danışmaya başlamıştı; hangi tarihte taç giymesi gerektiğini bile ondan öğrenmişti. Daha sonra, 1562'de Lincoln's Inn çayırlarında, balmumundan yapılmış ve göğsüne kocaman bir iğne saplanmış bir kukla bulunduğunda, yine Dee yardıma çağrılmıştı - güçlü bir karşı-büyüyle tehlikeyi ortadan kaldırması için.

John Dee'nin çok ünlü bir kristal küresi vardı; Kraliçe'nin o günkü ziyaretinde küreyi görmek istediği, gördüğünde de bir çığlık attığı anlatılıyor. Elizabeth'in kürede ne gördüğü ya da bir şey görüp görmediği bilinmiyor - ben de bunu böyle bırakmayı yeğliyorum. Mary Tudor'un yani Elizabeth'ten önceki kraliçenin sarayındaki İspanyol elçisi, küçük Elizabeth için, çok tehlikeli bir insan, büyüleyici bir havası var, demişti. Çok zeki olduğu söylenen Elizabeth de okültle haşır neşirdi. Ancak gerçekten doğaüstü güçleri var mıydı, ne kadar güçlüydü, yorum yapmak işime gelmiyor - onun içini görmemeyi, dolayısıyla da kristal küreyle karşılaştığında niye çığlık attığını bilmemeyi seçiyorum. Bu sayede, Kraliçeyle John Dee arasında, kimin daha güçlü olduğu konusunda alttan alta süren -daha çok Elizabeth'in sürdürdüğü- yarışta taraf olmaktan kurtulacağım.

John Dee, Sizi bekliyordum, yolculuğunuz keyifli geçti sanırım, dediğinde Robert Dudley şaşırdı; Elizabeth şaşırdıysa bile hiç belli etmedi. Tek başına yaşayan ve hayatta en çok Bilmeyi isteyen bir adamın evinde, ufak bir Türk halısının olduğu, çok sade ama büyük bir odada, tahta sandalyelerde, hatta taburelerin üstünde oturan bu dört kişiyi canlandırıyorum gözlerimin önünde - Kelley'nin de oturuyor olması büyük bir küstahlıkelbette, ama kimsenin, Kraliçenin bile buna itiraz edemeyeceği, etmeyi aklından bile geçiremeyeceği de çok açık. Kelley bunu çok iyi bildiği için sırıtıyordu. Sırıtmasının bir nedeni daha vardı: ortamdaki gözle görülür gerilim, ona büyük bir keyif veriyordu - O'nun için bu, kukla tiyatrosu seyretmekten çok farklı değildi sanırım.

Gerilimin nedeni aşktı. Elizabeth ve Robert Dudley yaşıttı ve çocukluklarından beri birlikteydiler; Dudley'nin Kraliçenin gözdesi olduğu biliniyordu. John Dee ise Elizabeth'i -ne yazık ki- fazlasıyla seviyordu, bu sevgisine karşılık bulmak gibi bir umuda da asla kapılamazdı; soylu bile olmadığından böyle birşey imkansızdı. Kaldı ki Robert Dudley bir kont olduğu halde, Kraliçe'nin onunla evlenmesi bile ciddi sorunlar yaratırdı. Doğaüstü güçleri dilediğince kullanabilecek bir adamın - evet, bunun bir bedeli vardı, o da ödemişti bu bedeli - asıl meselesinin (bu öykünün yazılmasını, uçucu bir yazıyla yazılmasını gerektiren, ele gelmez meselenin) yine de sevdiği kadın olması: duraksatıyor, dürtüklüyor.

Kraliçenin kiminle evleneceği, çok önemli bir politik konuydu: artık genç sayılmazdı; Parlamento daha önce 1563 ve 1566'da ya evlenmesini ya da varisini belirlemesini istemişti. Koca adayları arasında, sonradan VII. Henri olacak Anjou Dükü ve ardından kardeşi Alençon Dükünün adları geçmişti, ama bir sonuç çıkmamıştı. Şunu da anımsatmak gerek belki: Elizabeth, daha sekiz yaşındayken, asla evlenmeyeceğim, demişti.

10 Mart sabahı burada toplanmış ve çay bile içmeden, rahatsız bir şekilde oturuyor olmalarının nedeni buydu: Kraliçe, yakın gelecekte bir evlilik -dolayısıyla da bir çocuk- görüp görmediğini öğrenmek istiyordu Dee'den. Kristal kürede, Dudley'den bir çocuğu olacağı gözükse, bütün engellere karşı onunla evlenirdi herhalde, belki de evlenmezdi: Meryem Ana kompleksinin hangi boyutlarda olduğunu bilmiyorum.
Küre yukarıda, kütüphanedeydi, geleceği görmek için Kraliçeyle yalnız kalmalarının, bunun için de kütüphaneye çıkmalarının gerekeceğini söyledi Dee. Leicester Kontunu orada bıraktılar. Kelley ortadan kayboldu.

Kütüphaneye girerken Elizabeth, çok bilinen bir büyüyü mırıldandı: Emen hatam, Emen hatan, har har, diable, diable, saute ici, saute la, joue ici, joue le. Yod -yani Kelley- yine sırıtmış olmalı bunu duyduğunda. Ezoill, Musil, Puri, Tamen, diye sürdürdü Elizabeth -içini temizlemek için de beyaz bir büyü yaptı: Sator arepo tenet opera rotas. Gördüğü kütüphaneyi görmeyi çok isterdim - Kraliçenin bu hazine karşısındaki kayıtsızlığına kızıyorum açıkçası, çünkü 1583'te, Dee ve Kelley Avrupadayken, kalabalık bir grup evi bastı ve ateşe verdi, John Dee'nin kitaplarının hepsi yok oldu. Elizabeth'in kitaplarla ilgilenmemesinin bir nedeni, kapıdan girince sol tarafta kalan küçük pencerenin altında, beyaz tebeşirle yere yazılmış Abra-Melin karesiydi:

R O L O R
O B U F O
L U A U L
O F U B O
R O L O R

Bu kare, karga biçimine bürünüp uçmayı sağlıyordu, ama herkes için değil. Önce Kutsal Koruyucu Melek'i bilmek ve onunla konuşmak gerekiyordu - herkesin kendi ruhuna bağlı böyle bir meleği vardı, ona ulaşabilmek için en azından altı ay boyunca dünyadan el-etek çekmek, "duayla yanmak" şarttı. Bu dönemin sonunda büyücü, yanında küçük bir çocukla bir sunağın önünde diz çöker, üzerine konmuş olan gümüş tabağa Melek'in ne yazdığını çocuktan öğrenirdi. Bir tür parolaydı bu. Bundan sonraki yedi gün boyunca Melek, büyücüye hem iyi, hem de kötü ruhları nasıl denetimi altına sokacağını öğretirdi. Ancak bundan sonra Abra-Melin tılsımları kullanılabilir, ölüler diriltilir, hastalar iyileştirilir ve havada uçulurdu.

John Dee, büyücü olduğu yolundaki suçlamaları her zaman reddetmişti, Mary Tudor'un ve kraliyet ailesinin yıldız falını hesaplamak suçundan, Sir John Benger, Christopher Cary ve John Field'la birlikte hapis yattığında bile bu tutumunu değiştirmemişti; ama yerdeki kare, hiçbir kuşkuya yer bırakmıyordu. Elizabeth gülümsedi.

Uçmayı bana da öğretecek misiniz?
Sesinde hırçınlaşmaya eğilimli bir kıskançlık vardı. Söylediği şeye ve söyleyiş biçimine bakarak, Kraliçe'nin okülte olan ilgisinin yüzeyde kaldığı, işin bilgelik kısmını es geçmiş, bir iki numara bilen bir hevesli olduğu düşünülebilir.
Ayağı bile ıslanmadan nehrin öbür kıyısına geçebilmeyi öğrenmek için on iki yılını veren adamın hikayesini bilir misiniz Kraliçem? diye sordu Dee. Kayıkçıya bir gümüş para vererek aynı şeyi yapabilecekken.
Uçmak için para verebileceğim birileri var demek, diye tersledi Kraliçe I. Elizabeth.

Sizin için çok önemliyse, bir yıldan kısa süre içinde halledebiliriz sanırım, dedi John Dee, belirgin bir hüzünle. Kraliçe bunu ya fark etmedi ya da görmezden geldi ve, Bir yıl çok, dedi. Bunun pazarlığını yapmaya kalksaydı hiç şaşırmazdım, ama hayır, aynı nefeste konuyu değiştirdi: Bay Dee, neden burada olduğumuzu biliyorsunuz - bana evlilik konusunda haberler vermenizi rica ediyorum.

John Dee kristal küresini eline aldı ve Ait autem ipse salvator: Qui iuxta me est a me, longe est a regno, dedi, Yod'un buna kızdığını bildiği halde. Ardından küreyi kaidesinin üstüne koydu, ellerini kürenin üzerine yerleştirdi ve fısıldadı: Astachoth, Adonai, Agla, On, El, Tetragrammaton, Shema. In polo est cor. Mercurii, qui verus est ignis, in quo requies est Domino sui, navigans per mare hoc magnum…cursum dirigat per aspectum astri septentrionalis.

Dee'nin kürede gördüğü şeyin hiç de iç açıcı olmadığı anlaşılıyor: ne evlilik, ne de çocuk vardı. Kraliçe'nin ardından İngiltere çökecek, paramparça olacaktı.
Bunu değiştirmenin bir yolu yok mu? diye sordu Elizabeth büyük şaşkınlıkla. Herşeyin bağlanmış olduğu düşüncesi onu isyan ettiriyordu belli ki. Dudley'yle evlenirsem -
Aşk söz konusu olduğunda her insan zayıflık gösterebiliyor - bu insan, 48 yaşına gelmiş, yıldızların hareketleri ve konumlarındaki anlamı çözmüş, öğrenmek uğruna ruhunu, yanında yardımcısı kılığında dolaşan Şeytan'a vermiş birisi olsa bile. John Dee başını küreden yavaşça kaldırdı ve gözlerini Elizabeth'inkilere dikerek konuştu - genelde bundan kaçınır, yalnızca dinlerken, konuşan kişinin gözlerine bakardı, dibine dek bakardı.

Fakat Kraliçem, Sir Dudley iki yıl önce evlenmişti zaten. Geçen yıl, 7 Ağustosta Surrey'de bir oğlu da oldu üstelik. Parlak bir geleceği var çocuğun - Northumberland Dükü ve Warwick Kontu unvanlarını alacak. Ama kararlıysanız, Kont boşanabilir ve insanların skandal duygusunun fazla kabarmadan yatışması bir şekilde sağlanabilir herhalde.
Elizabeth'in bundan haberi yoktu ve her ne kadar Robert Dudley evlendiğini ve Robert adındaki çocuğun babası olduğunu ömrünün sonuna kadar inkar ettiyse de, Dee'nin acımasız vuruşu Kraliçeyi ağır yaralamıştı.

Dudley 1588'de ölene kadar onu hep uzak tuttu; ancak aralarında -aşk olmasa da- çok güçlü bağ yok olmadı: Leicester Kontunun ölüm haberi gelince Kraliçe kendisini bir odaya hapsetti ve iki hafta boyunca hiç çıkmadı. On dördüncü gün muhafızlar, Parlamentonun kararını uygulayarak kapıyı kırdılar.

Kraliçe'nin kontrolü mükemmeldi. Dee'nin söylediklerinden hiç etkilenmemiş gibiydi, gözle görülür tek tepkisi, giysinin sağ kolunu hafifçe çekmek oldu. Ama bu anlatılanlar olmasaydı, daha sonra olacakları kabul etmesi çok daha zor olurdu herhalde. John Dee'ye kızamıyorum: ona Aşk ve Mutluluk vaad edilmişti ve vaadin Şeytan'dan gelmiş olması bile, bu akıllı ve bilgili adamın safça inanmasını engelleyememişti. Aşk, ruhunu yitirmişler için bile bir kurtuluş umudu olabiliyor demek ki; Acı olduğunda bile, kendi ruhuna sahip olmamanın acısını, belki de unutturarak hafifletiyor.

Ve John Dee, adındaki her harf için büyük acı çekiyordu. Sevgisinin karşılık bulacağına inanmayı o kadar çok istiyordu ki, yapacağı şeyin geri dönüşü olmadığını, kuşkulanması gerektiğini hiç düşünmedi. Sanırım düşünmedi.
Dee'nin Yod'la yaptığı anlaşmaya göre Elizabeth'le o uyurken sevişecek, Elizabeth ona aşık olarak uyanacaktı; buna karşılık Kraliçenin hamile kalmadan doğuracağı çocuk Yod'a verilecekti. Çocuğun İskoç hanedanı Stuart'lara katılacağı konusunda güvence vermişti Yod; dolayısıyla Kraliçe ileride kendi çocuğunu varisi olarak gösterebilecekti.

Kraliçenin böyle bir şeyi kabul etmesini anlayabiliyorum: Kelley'nin gerçek kimliğini bilmiyordu; Dee'nin onunla sevişeceğinden haberi yoktu; hamile kalmayacağı, yani kimse birşey anlayamayacağı için bir skandalla yüzleşmeyecekti; kendi oğlunu büyütemeyecekti ama en azından onu kral yapabilecekti; İngiltere'nin çökmesindense böyle dolaylı bir yol izlemek, kötünün iyisiydi. Yine de, Dee'ye gerçekten güvenmeseydi buna kalkışmazdı gibi geliyor bana.

Elizabeth, verilen ilacı içtikten sonra uyuyunca John onu yatağına taşıdı - Dudley'den çekinmiyordu. Yod işini bilirdi. Bir süre kadını seyretti - güneş iyice yükselmiş, taze bir Mart sabahını usulca ısıtmaya çalışıyordu, bu arada odanın içini de canlı bir ışıkla dolduruyor, Elizabeth'in güzelliğini daha da belirginleştiriyordu. Aurai, Hanlii, Thamcii, Tilinos, Athamos, Zianor, Avonail, diyerek saçlarına dokundu ve ömrü boyunca hep seveceği, hep yanında olmayı herşeye rağmen delicesine umduğu, ama bir daha asla, düşlerinin dışında asla, bu kadar yakın olamayacağı bu kadını soymaya başladı, acele etmeden.

Son parçayı çıkartmadan önce Uroburos, Melusina, Poliphilo, Nekyia, Scala lapidis: Animo descensus per orbitem solis tribuitur, dedi, ironiyi yine de elden bırakmayarak.
Gözkapaklarını, incecik kaşlarını öptü, kaşlarının arasından yukarıya doğru, alnına dilini çok az değdirerek yaladı. Burnunun ucunu öptü ve burun deliklerinden içeri doğru fısıldadı: Paut neferu, paut neferu. Başparmaklarının dışıyla, omuzlarından kulaklarına doğru okşadı, sonra da geriye. Bunu on bir kez yineledi.

Sonra, önce sol, sonra da sağ kulağına ağzını dayadı ve derin birer nefes aldı. Köprücük kemiklerinin arasından göbek deliğine, kızarık bir yol belirinceye kadar, sol elinin üç parmağıyla bastırarak indi, aynı şeyi bu kez beli hizasında, yatay olarak yaptı. Ateşten bir haç çıktı ortaya - bu iki yolu yalayarak, ateşle suyu birleştirdi. Göbek deliğinin hemen altını - yani haçın ucunu - morarıncaya kadar emdi. Ardından Elizabeth'in bacaklarını dizlerinden iki yana doğru yatırıp kırdı, topuklarını birleştirdi ve oluşan dairenin on iki noktasını ısırdı, her ısırışta bir burcun adını mırıldandı.

Yalnızca önünü açacak kadar soyundu ve Yod'un ona öğrettiği Enochian dilinde bazı sözcükleri yüksek sesle söyleyerek içeriye girdi: BTZKASE! HEİDENE! HEEON! SAAİ! EEME! AB! ME! Son sözcükle birlikte boşaldı.
Ayağa kalktığında Yod içeri girmişti bile - Dee'ye bakmadan doğruca Elizabeth'e yöneldi. Dee çıkması gerektiğini biliyordu, ama eşikte durakladı. Bir anlığına. Sonra aşağı indi.

Dudley, geldiğinden beri hiç kıpırdamadan oturuyordu. John Dee onun yanına gitmekten vazgeçip dışarı çıktı. Tedirgindi. Herşeyin umduğu gibi olmayacağı duygusu içine çöreklenmiş gibiydi, Yod'un içeri girerkenki yüzünü gördüğünden beri.
Ekim ayında bir akşam, Kraliçe yeniden geldi - bu kez arabayla ve iki nedimesiyle. Geçen süre içinde Dee'ye karşı olan tutumunda büyük bir değişiklik olmamıştı; yalnızca bazen, bu işe kalkıştığı ve Dee'ye güvendiği için huzursuz oluyor gibiydi, böyle zamanlarda Dee yanındaysa ona iğneleyici sözler söylüyor, neyi ima ettiği pek anlaşılmayan üstü kapalı tehditlerde bulunuyordu.

John Dee ise, Yod'un anlaşmaya uymadığını, Kraliçe'nin ona aşık olmadığını göremeyecek kadar doluydu kendi sevgisiyle. Yod da belli ki buna güvenmişti - çocuk doğana kadar bu zavallıya ihtiyacı vardı çünkü.
Dee, Elizabeth'e farklı, ama onu yine uyutan bir ilaç içirdi. Yod, John Dee'yi sabırsız hareketlerle odanın dışına çıkarttı; aşağıda, arabada bekleyen nedimelerin yanına indi Dee.

Doğum bir saatten uzun sürdü, odadan korkunç sesler geliyor, pencereden ışıklar saçılıyordu. Dee her gürültüde yerinden sıçrıyordu, ama nedimelerde ve arabacıda hiçbir tepki yoktu - anlaşılan kendisi dışında kimse olağandışı bir şey algılamıyordu.
Sonunda Yod'un kahkahasını duyduğunda, çok büyük bir hata yaptığını ve artık her şey için çok geç olduğunu anladı Dee. Hiç kimsenin böyle bir yıkımı, çaresiz bir dehşeti yaşamasını istemem.