Her yerde aşk var, her yerde! Yolda yürürken duyduğunuz, her araba radyosunda çalan şarkılar aşk temalı, reyting rekorları kıran televizyon dizilerinin hepsi ama hepsi aşk ilişkilerine dayalı, -ki sadece sanatsal üretimlerde değil, hayatın içinde de aşk var! Bir arkadaşınızla buluştuğunuzda anlatılan anıların, dedikoduların çoğu aşka dair, her hafta sonu bir yerlerde birilerinin düğünleri var... İşte bunlar hep aşk! En temel üreme dürtümüzü göz önünde bulundurunca aslında pek şaşırtıcı da değil...
Peki üstüne bu kadar düşmemize rağmen, aşk neden *** gibi?
Gelin biraz konuşalım bunu...

Gerçekçi bir şekilde aşktan bahsedeceksek, yakın zamanda romantik ilişkiler adına ülkemizde neler olup bitmiş, bir bakalım...

Hayır. Filmlere, şarkılara, ya da süslü püslü Instagram gönderilerine değil; gerçek hayata bakalım.
Haberlere bakalım mesela...

Bir kadın cinayeti, aşırı sıradan bir haber. Fakat cinayet yönteminin vahşiliğiyle benzerlerinden ayrılıyor ve basında yer buluyor:




Şengül Vatansever, gencecik bir kadın. Sevgilisinden ayrılmıştı, yeniden barışmak istemedi. Barışma teklifinin reddedilmesini kaldıramayan erkek eski sevgili, bu genç kadını üzerine benzin döküp yakarak öldürdü.
Bir insanın canını almayı, hem de korkunç acılar yaşatarak, kendisinde hak gördü.
Şundan eminiz ki, sorsanız bu katil "çok seviyordu".

Dediğimiz gibi, reddedilen "aşık" erkeğin dehşet saçması ve kadınlara her türlü şiddeti reva görmesi son derece alışıldık haberler!




Helin Palandöken'in cinayeti örneğin, diğer kadın cinayetlerinden ayrılmıştı zira Helin henüz lise öğrencisi bir çocuktu.
Bu yüzden fazlaca tepki topladı ve görünür oldu. Tıpkı masum, genç Özgecan'ımız gibi; haber değerini ve toplumun tepkisini, kadının yaşı-masumiyeti belirledi. Belki de Helin, okulda değil ama bir cafe'de öldürülseydi, bu kadar da ses getirmeyecekti.
Tıpkı Şengül Vatansever'in ölümünün, yönteminin vahşiliğiyle öne çıkışı gibi...

Google'a sadece "boşanmak isteyen karısını" yazmanız bile dehşet verici gerçeği görmeniz için yeterli...

Yüzlerce sonuç ve "gerçek" haberler çıkıyor. Hem de yakın tarihlerden!
O kadar alışıldık, o kadar sıradan bir şey ki; uzun süredir ciddi ciddi kullanılan bir ismi bile var: "Aşk cinayeti" / "Tutku cinayeti"
Bu cinayet türünün çoğu zaman katile hukuken ceza indirimi sağladığını ve katilleri halkın gözünde "kurban" gibi göstererek sempati yarattığının da farkındayız.

Klasikleşmiş deyimimiz, "Ya benimsin, ya kara toprağın" tüm vahşiliğiyle aslında aşka olan bakış açımızı gösteriyor. Güzel bir şeyi beğeniyoruz, ona sanki bir malmış, eşyaymış gibi sahip olmak istiyoruz; sahip olamadığımızda ise yok etmeyi kendimize hak görüyoruz. İnanılmaz!

Bakın bu sene içerisinde boşanmak isteyen karısına kezzap atan "aşık adam" neler diyor:



"Eşim yaptı bana yapacağını. Boşanma noktasına getirdi işi. Hafif şekilde tuz ruhu döktüm üzerine. Sonra da beni yakaladılar. Şiddet değildi benim ona yaptıklarım. Eğer benim yaptıklarım şiddetse, o da bana şiddet uyguladı. Eşim beni yolda bıraktı, ben boşanmak istemiyorum. İki çocuğum var. Saygılar, Allahaısmarladık. Bu haber çıkınca gazeteyi getirmeyi unutmayın"
Korkunç, değil mi? Ama bu anlayışı neden hala allayıp pullayıp gençlere "gerçek aşk" kisvesinde sunmaya devam ediyoruz?

Fi'deki Can Manay her ne kadar hasta ruhlu birini tarif etse de; gençlerimizin çoğu bunu anlamamış ve Can Manay'ı "çok seven, ADAM" olarak görmüştü.
Fi'nin yayınlandığı dönem boyunca Manay'ın fotoğrafları sosyal medyada "Böyle sevse yeter" gibi başlıklarla döndü durdu.
Sonuç olarak, sevilmenin bu şekilde sınırlandırılmak, psikolojik şiddete uğramak, ezilmek olduğunu sanan gençler topluluğu...
Onlar da bu kültürün kurbanı!

O yüzden şimdi size başka bir "kültür" göstermek istiyorum, ilginç bir hikayeyle... Aşık Veysel'den bir aşk hikayesi bu:




Elbette ki o dönemlerde ünlüler magazin programlarına bağlanıp ya da Instagram hesaplarından paylaşıp çarşaf çarşaf açıklamalar yapamadıkları için, Veysel'in başından geçen bu "magazinsel" hikaye birazcık şehir rivayeti...

Aşık Veysel, köyden bir kızla evlendirildiğinde, kız aslında bu işe pek de razı olmuyor. Çünkü kızın başka bir sevdiği var!



Tabi "O zaman niye evlenmiş? Kalbinin sesini dinleseymiş!" diyen insanlara dönemin şartlarını, kadın özgürlüğünün durumunu yeniden hatırlatmak isteriz.
Veysel, eşinin onda pek gönlü olmadığını her geçen gün daha da fazla fark ediyor. Hatta bir gün, eşinin başka bir sevdiğinin olduğunu da anlıyor.

Bir gece eşinin yaptığı hazırlıklardan ve tavırlarından, eşinin kaçacağını anlıyor. Ne mi yapıyor dersiniz?



Hayır, eşini dövüp eve kapatmak, "aşk cinayeti" işlemek, "vay sen benim adamlığıma, namusuma nasıl leke sürersin" diye saldırmak, Veysel'in kültüründe olmayan şeyler.

Veysel'in eşi, kaçmak üzere gecenin bir yarısı kapıdan sessizce çıkıp, ayakkabılarını ayağına geçiriyor ve o sırada fark ediyor:

Ayakkabının içerisinde bir tomar para var.
Evet, parayı, eşinin kaçacağını anlayan Veysel koymuş. Gideceği yolda aç açıkta kalmasın, güvende olsun diye.

Sevgi ve aşk; kontrol etmek, iradesini yok sayarak kısıtlamak, yok etmek olamayabiliyormuş...


Sahiplenmek ise illa hapsetmek değil; en kötü kararında bile destek vermekmiş.
Sevginin ve aşkın zorla olmayacağını anlamış Veysel. Belki de genç kızı, fikrini almadan evlendirdikleri için özür dilercesine,
kendisine verdiği emekler için teşekkür edercesine,
"Seni affettim" dercesine, veda eder gibi ayakkabısına o parayı koymuş.

Günümüzde yaşansa?


Bu hareketi yapan adam için bu toplum neler derdi? "Gevşek, mezhebi geniş, gavat"... Neler neler! Toplumumuz yıkıcı erkekliği böyle övüyor. Peki ya yalnızlığı ve kaybetmeyi göze alabilecek, her şeye rağmen sevdiğinin iyiliğini ve güvenliğini düşünecek derecede güçlü erkekliği ve sevgiyi?
Evet, arkadaşlar, kabullenmek zor gelse de bu işler böyle: Sevgi her an bitebilir, hiç kimse ama hiç kimse sizin kalbiniz kırılmasın, gururunuz zedelenmesin diye siz istediğiniz sürece sizin hayatınızda, sizin istediğiniz şekilde kalmak zorunda değil.
Seviyorsan, bırakacaksın, gitsin!

“Mesele sevmek değil azizim kime sorsam herkes seviyor zaten. Mühim olan güzel sevebilmek, kırmadan, dökmeden, yormadan, acıtmadan...”