Eşyadan bir ricattir. Bakın, nesneler gözümüzde eski anlamını kaybediyor. Oruçla şeffaflaşan bedenimiz yepyeni dikkatler kazanıyor. Ezanı yeniden fark ediyor mesela, demek ki işitmemizde bir tazelik var.

Kokular değişiyor sonra. Görüş alanımıza girenler ve görüş alanımızdan çıkanların kadrosu da. Eşya, biz yemedikçe, içmedikçe, uyumadıkça geriliyor; ruh, kazandığı yeni güçle serpiliyor. Ezanı işiten artık candır.

Can, kulağını açmış, kaybettiği bütün sesleri derlemek için
harekete geçiyor.

Ruh, o devrik kral, aylarca beklediğine değdiğinin farkında olarak, ağır ağır geri dönmeye başlıyor. Minarelerden dökülen salâları içine çekiyor; ayetler onun pazularına kan taşıyor; ism-i celal anıldıkça, ruhun gözlerinde bir parıltı.

Ne oldu
da böyle oldu?
RUH UYANIYOR

Beden maddesinden yongalar etrafa saçıldıkça ve böylece bizi dünyalı kılan çeperimiz aşındıkça, madde ötesiyle aramızdaki sınır da inceliyor. Ruh, kafesine vuran gün ışığıyla uyanıyor. Keskin gözlerini ışığın geldiği yere dikmiş, şimdi daha da yakından hissettiği kanatlarına ilk hareketlerini vermek için hevesle doluyor. Ne oldu da böyle oldu, söyle!

Fiilden ricattir Ramazan. Evet, olan budur. Daha az etme eyleme, daha az yapma, daha az varlık gösterme zamanıdır. Varlığı azaltmanın ve yokluğu çoğaltmanın saltanatı başlamıştır. Yetişir, çok eyledik.

On bir ay boyunca, her meseleyi çözdük, her işin altından kalktık, o işi kopardık, peki, aferin bize. Bir isim yaptık, görevi tamamladık, projeyi bitirdik; anlaşıldı, tebrikler. Ama artık, yemeyip içmeyerek, bir şey yaparak değil yapmayarak, gönüllü bir eylemsizlik sınırında durarak, “ben”i zayıflatmanın vakti geldi. Başarılı olmanın sırası değil.

Parlak ve zeki, atak ve cevval olmanın yeri değil. Şimdi süngüyü düşürmenin, “ben”e kendisine dair bir tereddüt aşılamanın, “ben”in hayatında bir sektenin vakti. Yaptığını üstüne almamanın, Büyük Yapıcı'yı sezmenin, bütün fiilleri dolduran kudretin sahibini selamlamanın vakti. Miskin Yunus olmanın, o güçlü güçsüzlüğün, o kudretli zayıflığın, zenginliği çağıran o fakru zaruretin, tam vakti.

SUSMAYLA DOLU BİR KONUŞMA

Susmaya bir ricattir ramazan. Dil yeni tatları sezdi. Kendi seçtiği kelimelerini değil, O'nun kelimelerini kullanarak konuşmayı, yani aslında konuşmamayı, aslında O'nun kelimelerine, ayetlerine ağız olarak, susmayla dolu bir konuşmayı tattı. O'nun ayetlerini okumak, O'nun adını anmak, konuşmak mıdır hakikaten? O'ndan ödünç alınmış kelimelerle, konuşmayı bastırmak değil midir?

Ve yine aslında, kendi konuşmanı bastırarak, dipte O'nun konuşmasını dinlemekten başka bir şey midir? Tek konuşanın O olduğu bir dünyada olduğumuzu, susarak anlayabiliriz.

Camiye ricattir. “Allah'a firar ediniz” buyruğunun aklımıza hemen getirdiği yerdir onun evi. O evde bizi kim bekliyor?
O ev ki, onun haşmet ve cemalinden dolayı titreşen bir havayla dopdolu. Avluda bir güvercin, güvercinde bir fikir. Şadırvanda bir ihtiyar, ihtiyarda bir gönül.

Minarede bir ezan, ezanda bir rüzgar. Hepsi, herkes, canlısıyla cansızıyla bütün cemaat, onun gönderdiği şu hediye günlere teşekkür etmek için mahçup, mutmain, dilsiz, yine onun kapısında sıraya giriyor: Teşekkür ederiz şu vakitler için sana.

Açlık için, susuzluk için, lokma için, yudum için teşekkür. Sana senin için teşekkür ederiz.

ASLİ VATANA RİCAT

Ramazan, büyük ve kitlesel cezbemiz. Hepimiz, her şey bir ay boyunca ilahi huzura doğru sürükleniriz. Ramazan'da yer çekimi azalır. Açlık ve susuzlukla yükler atılır, vermek ve paylaşmakla hafiflenir ve ruha atılan bu kemendin ardı sıra yükseliriz.

Ramazan asli vatana ricattir, sılai rahimdir, kayıp aileyi bulmaktır. Döndüğü yeri ruh yadırgamayacaktır. Ruh orada çok derin bir hatırayı yad eder gibi mutmain ve suskundur. İçinde, içinin içinde bir çağrı çınlar.

Adını koymaya bile gerek duyulmayacak cinsten bir yakınlık ruhu karşılamış ve ona o güne kadar gizli kalmış bütün gerçekleri anlatmıştır: O aslında dünyalı değildir.