Başlangıçta ekonomi E0 gibi bir noktada dengededir. Kamu harcamaları artırılarak ya da vergiler azaltılarak genişletici bir maliye politikası uygulansın. IS, IS1‘e kayar. Denge noktası ise E0‘dan E1’e gelir. Burada mal ve para piyasaları dengededir. Gelir ve para talebi artmış, bu da faiz oranını yükseltmiştir. Daha sonra yabancı sermaye girişi ile birlikte ulusal para değerlenir, ihracat düşerken ithalat artar. Sonuçta, IS eğrisi eski haline döner. Kamu harcamaları artışı, faiz oranlarını arttırır. Ulusal paranın değerinin artmasıyla birlikte tam bir dışlama (crowding-out ) olur. Milli gelir değişmez, burada dışlama etkisi net ihracatın azalmasıyla olmuştur. Sonuçta sınırsız sermaye hareketliliği ve esnek kur sistemi altında ulusal para değerlenir ve maliye politikası etkinsizdir.


III. FİYAT DEĞİŞMELERİ VE PARASAL GENİŞLEME
Yukarıdaki tüm analizlerde yurtiçi fiyatların sabit kaldığı varsayılmıştır. Ekonomi, Tam istihdam duvarını aşınca ücretler ve buna bağlı olarak fiyatlar yükselmeye (enflasyon) başlar. Tersine, tam istihdam düzeyinin altında ücretler ve fiyatlar düşer (deflasyon). Aşağıda sıralanan varsayımlar altında acaba parasal genişleme nasıl bir etkide bulunur? Aşağıdaki şekilde bunu açıkça görmek mümkündür.

  1. Sınırsız sermaye hareketliliği
  2. Fiyatlar değişken
  3. Esnek kur sistemi varsayımı altında;


Daha önce veri fiyatlar, esnek kur ve sınırsız sermaye hareketliliği altında, para arzı artışının geliri arttırıp ulusal paranın dış değer kaybına yol açacağını göstermiştik. Modele fiyatlar girince, uzun dönemde parasal genişlemenin, ulusal paranın değer kaybına ve yüksek fiyatlara neden olacağı açıktır.
İlk denge noktasında para ve mal piyasaları ile dış denge sağlanmıştır. Ekonomi tam istihdam düzeyindedir. Para arzı artışıyla birlikte LM eğrisi sağa kayar. Denge E1 de gerçekleşir. Sermaye çıkışı olur, ulusal para değer yitirir ve ülkenin rekabet gücü artar. IS eğrisi sağa kayar. Bundan sonra denge E2 de gerçekleşir. Gelir artmıştır. Bu noktada milli gelir tam istihdam düzeyinin üstündedir. Bu, reel ücretleri ve fiyatları arttırır. Fiyatların artışı da reel para stokunu azaltacaktır. Para arzı düşecek LM eğrisi sola kayacaktır ve denge noktası E3 de gerçekleşecektir. Faizler artar, ülkeye sermaye girer ve ulusal para değer kazanır. İhracat düşerken ithalat artar ve IS eski konumuna geri döner. Son denge noktası tekrar E0 olur. Bu noktada faizler ve nispi fiyatlar başlangıç düzeyine gelmiştir. Para politikası etkinsiz ve yansız olmuştur.

PARASALCI YAKLAŞIM
Keynesyen iktisat politikalarına karşı çıkan iktisatçıların başında Chicago İktisat Okulu’nun kurucusu olarak kabul edilen Milton Friedman gelmektedir. Friedman 1940’lı yılların sonlarından günümüze değin yayınladığı birçok eserinde müdahaleci keynezyen maliye politikası yaklaşımını şiddetle eleştirmiştir. Friedman yaptığı araştırmalarda üretim ve fiyatların belirlenmesinde temel etmenin maliye politikası araçları olmadığını belirtmiştir. Friedman’a göre enflasyon, işsizlik, bütçe açıkları vb. iktisadi sorunların temelinde para politikaları yatmaktadır. Friedman’ a göre ekonomi üzerinde iktisat politikası araçlarından en etkili olanı para politikasıdır. Özetle, Monetarizm, üretim ve fiyatların belirlenmesinde birinci önemli faktörün “para” olduğunu savunan çağdaş iktisadi düşüncelerden birisidir.

Monetarizm büyük ölçüde, 1976 Nobel Ekonomi Ödülü’nü kazanan Amerikalı iktisatçı Milton Friedman tarafından geliştirilmiş bir teoridir. Friedman, 1976 yılında “Paranın Miktar Teorisi Üzerine Çalışmalar” başlığı altında, editörlüğünü yaptığı bir kitap yayınladı. Bu çalışma ile Friedman esasen monetarizmin temel ilkelerini ortaya koymuş oldu. İleriki yıllarda Chicago Üniversitesi’ndeki meslektaşları ve öğrencileri ile birlikte, teorik görüşlerini daha da geliştirdi ve bazı ampirik çalışmalarla bu görüşlerini doğruladı.

Monetarizm, esasen çağdaş iktisadi sorunlardan biri olan enflasyon konusu üzerinde durmuştur. Bu politika enflasyonun temel nedeni olarak para arzının hükümetlerce gereksiz yere ve aşırı ölçüde artırılmasını görmektedir. Monetaristlere göre, ekonomideki istikrarsızlıkların birçoğu parasal kökenlidir. Bu nedenle para politikası iktisadi sorunlara karşı diğer iktisat politikası araçlarından daha etkilidir. Bu görüşe göre;

  1. Para arzındaki büyüme oranı ile nominal gelirin büyüme oranı arasında çok kesin olmamakla birlikte bir ilişki bulunmaktadır.
  2. Bu ilişki çok kesin değildir. Çünkü para arzındaki artışların geliri etkilemesi zaman alır. Ayrıca, bunun ne kadar süreceği de belli değildir.
  3. Ortalama olarak para arzındaki artış, nominal gelirleri yaklaşık 6 ve 9 ay arasında geçecek bir süre sonunda etkiler.
  4. Nominal gelirin büyüme oranındaki artış etkisi ilk olarak üretim üzerinde görülür. Bu daha sonra fiyatlara yansır.
  5. Ortalama olarak, fiyat etkisi yaklaşık olarak 6 ve 9 ay arasında değişen zaman boyutu içerisinde ortaya çıkar. Para arzındaki artış ile enflasyon arasındaki toplam gecikme ortalama 12–18 ay arasındadır.
  6. Para arzındaki artış ile bunun nominal gelirlere ve daha sonra fiyatlara yansıma ilişkisi ‘çok kesin ve belirli’ değildir. Bu ilişkide bir kayma söz konusudur.
  7. Kısa dönemde (5 veya 10 ay kadar bir sürede) para arzındaki değişmeler öncelikle üretimi etkiler. 10 ayı aşan bir sürede para arzının büyümesi fiyatları etkiler.


Monetarizm, esasen bu ilkeleri ile klasik iktisatçıların açıkladıkları Miktar Teorisini yeniden ön plana çıkarmıştır. Bununla birlikte monetaristler Klasik Miktar Teorisi’ni bazı yönlerden eleştirmişler ve bu teorinin enflasyonu açıklamak için yeterli olmadığını öne sürmüşlerdir. Monetaristlere göre, MV=PT şeklinde ifade edilen klasik miktar teorisi formülünde yer alan paranın dolaşım hızı (V) sabit değil, aksine bazı değişkenlerin istikrarlı bir fonksiyonudur. Friedman’ ın analizleri ile geliştirilen monetarizme aynı zamanda “Modern Miktar teorisi” adı da verilmektedir.

Monetaristler, serbest piyasa ekonomisinin kendi iç dinamiği sayesinde istikrarlı bir model olduğunu savunmakla birlikte, klasik iktisatçılardan farklı olarak ekonominin her zaman tam istihdam düzeyinde olmayacağını kabul etmektedirler. Monetaristler, insanların daha iyi bir iş arama veya işsizlik yardımından yararlanmaları neticesinde belirli bir süre işsiz kalabileceklerini, böylece ekonomide her an bir “doğal işsizlik” olabileceğini öne sürmüşlerdir. Monetarizm, esasen klasik iktisadın temel ilkelerini aynen kabul etmekle birlikte, ondan başlıca iki noktada ayrılmaktadır:

  • Klasik miktar teorisi açıklaması yetersizdir.
  • Ekonomi her zaman tam istihdam düzeyinde dengede değildir; doğal işsizlik hipotezi.


Klasik iktisat ve monetarizm arasındaki bu iki temel farklılığa rağmen her iki teori de enflasyonun en önemli kaynağının para arzındaki artışlar olduğunu kabul etmektedir. Monetaristlere göre enflasyonu kontrol altına almak için en etkin araç para politikasıdır. Para arzındaki değişmeler, para talebinden bağımsız bir şekilde para otoritesince bağımsız olarak belirlenir. Ancak para otoritesinin bu gücünün sık sık değişen para artış hızları şeklinde uygulanması istikrar değil istikrarsızlık getirir. Monetaristler, bu istikrarsızlıkları önlemek için para arzının belirli bir oranda ve ekonomideki gelişmelerle orantılı olarak kademeli bir şekilde artırılmasını önermektedir.

Parasal genişleme, hükümetlerin merkez bankası üzerinde doğrudan ve/veya dolaylı yollardan etkide bulunarak para arzını artırmalarıdır. Politik ve ekonomik istikrarsızlığın egemen olduğu ülkelerde para arzının aşırı biçimde genişlemesinin temel nedeni siyasi olgulardır. Siyasi otorite, yeniden seçilebilmek için kamu harcamalarını sürekli olarak artırmakta, bunun neticesinde kamu kesimi finansman açıkları sorunu ortaya çıkmaktadır. Kamunun finansman açığı ise başlıca beş ayrı yoldan karşılanmaya çalışılmaktadır. Bunlar; vergileme, iç borçlanma, dış borçlanma, para basma, döviz rezervlerinin kullanılmasıdır. Kamu ekonomisinin görev ve fonksiyonlarının genişlemesi kamu harcamalarının sürekli artması anlamına gelmektedir. Artan kamu harcamalarına paralel olarak siyasal iktidarlar finansman sorunu ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Kamu harcamalarının finansmanında temel kaynak vergilerdir. Vergiler devletin en önemli finansman kaynağı olmasına rağmen bunun sınırları bulunmaktadır. Her şeyden önce vergilerin artırılması, vatandaşlar tarafından tepki ile karşılanabileceğinden oy kaybetmek istemeyen ve yeniden seçilebilmeyi planlayan siyasal iktidarlar, vergileri özellikle seçim öncesi dönemlerde fazla artırmamaya özen gösteririler. Kamu harcamalarının tamamen vergi ile finanse edilmemesi bütçe gelirleri ile bütçe harcamaları arasındaki dengesizlik sorununu yani “bütçe açığı” sorununu gündeme getirir. Hükümetler bütçe açığını tamamen vergi ile finanse etmeyince, bu kez vergi-dışı finansman kaynaklarına yönelirler. Vergi-dışı finansman kaynakları ise borçlanma ve emisyondur.

Önemle belirtelim ki, vergi yükünün giderek artmasının ekonomi üzerinde ciddi sorunlara yol açması kaçınılmazdır. En başta vergi yükünün artmasının toplam tasarrufları, yatırımları ve emek arzını olumsuz etkilemesi sözkonusudur. Bu, netice olarak işsizliğin artması, ekonomik büyüme ve kalkınmanın yavaşlaması ve prodüktivitenin azalması anlamına gelir. Dahası, vergilerin ağırlaşması, vergi kaçakçılığı sorununu da beraberinde getirir. Vergi kaçakçılığı, yeraltı ekonomisinin (kayıt dışı ekonominin) genişlemesi ve devletin vergi gelirlerinin azalması sonucunu doğurur.

Borçlanmanın da ekonomi üzerinde olumsuz sonuçları vardır. Devletin kamu harcamalarını iç borçlanmaya (hazine tahvil ve bono ihracı, Merkez Bankası’ndan kısa vadeli avans vs.) başvurarak finanse etmeye yönelmesi kısa dönemde faiz oranlarını artırır. Faiz oranlarının artması üretim ekonomisinin daralması ve yatırımlara aktarılabilecek fonların milli gelire hiç bir katkısı olmayan rant ekonomisi içinde değerlendirilmesi neticesini doğurur. Faiz oranlarının artması, müteşebbislerin kredi kullanma maliyetlerini önemli ölçüde artırır. Özetle, devletin iç borçlanmaya başvurması reel sektör üzerinde olumsuz sonuçlar doğurur. Uzun dönemde ise gelecek kuşakların vergi yükünün artması sorunu gündeme gelir. Bu çerçevede değerlendirildiğinde aşırı iç borçlanma reel ekonomi açısından son derece sakıncalı bir maliye politikası aracıdır. Üstelik, kamu harcamalarının borçlanma ile finanse edilmeye çalışılması, kamu ekonomisini adeta bir “kısır döngü” içine sokar. Zira asıl amacı kamu harcamalarını finanse etmek olan devlet, borçlanma ile faiz yükünü artırır ve yeniden, bu kez daha yüksek faizle borçlanmaya başvurmak zorunda kalır.

Devletin dış borçlanmaya başvurması sınırlı olduğu ve verimli alanlarda kullanıldığı takdirde ekonomi açısından faydalı olabilir. Ancak giderek artan dış borçlanma kamu ekonomisinde bir başka dengeyi olumsuz etkiler. Devletin dış borçlarının artması, dış borç faiz yükünün artması sorununu da beraberinde getirir. Netice olarak, devletin döviz kaynaklarının bir kısmı, dış ülkelere dış borç anaparası ve faizi olarak geri ödenmek zorundadır. Bu durumda ödemeler bilânçosunda denge bozulabilir ve açık sorunu gündeme gelebilir. Anlaşıldığı üzere gerek iç, gerek dış borçlanma sınırlandırılmadığı takdirde ekonomi üzerinde ciddi sorunlar ortaya çıkarabilir.

Bütçe açıklarının vergi dışı finansman kaynaklarından bir diğeri emisyondur. Devletin merkez bankası kaynaklarına başvurarak karşılıksız para basması ve/veya merkez bankası avanslarını kullanması, daha sonra da bu borcun bir yasa çıkarılarak ortadan kaldırılması ya da uzun vadeli borç haline dönüştürülmesi (konsolidasyon = tahkim) işlemleri nihai olarak enflasyona yol açmaktadır. İktisat biliminde para arzı artışı ve fiyatlar genel seviyesi arasındaki ilişkinin pozitif yönde olduğu pek çok ampirik çalışma ile doğrulanmıştır. Özetle, kamu ekonomisinde hükümetlerin para arzını artırmalarının sonucu enflasyondur.

Parasal genişleme ve fiyatlar genel seviyesi arasındaki ilişkiler literatürde Miktar Teorisi olarak adlandırılmakta ve para teorisinin temelini oluşturmaktadır. Miktar teorisi, kısaca paranın miktarındaki artış ile fiyatlar genel seviyesi arasındaki ilişkiyi ele almaktadır. Miktar teorisi, çok basit ve anlaşılır bir hipotezi öne sürmektedir: paranın miktarındaki artışlar fiyatlar genel seviyesini artırır, yani enflasyona yol açar. Bunun tersi olarak paranın miktarındaki azalma, fiyatlar genel seviyesinin düşmesine, yani deflasyona yol açar.

Para miktarı ve fiyatlar genel seviyesi arasındaki ilişkinin mevcut olduğunu ilk ortaya atan düşünürün Polonyalı Astrolog Copernicus (1473–1543) olduğu ileri sürülür Copernicus’un Polonya Kralı Sigismund I’in isteği üzerine para sorunlarını incelediği belirtilmektedir. Copernicus dışında konuyu inceleyenler arasında J. Bodin, Sir W. Petty, R.D. Cantillion adlı düşünürleri de saymak gerekir. J. Bodin (1530–1596), yayınladığı bir eserinde sikkelerden eksiltilmiş değerli maden oranıyla fiyat hareketlerini karşılaştırmıştır. Bodin, fiyatlardaki artışın sikke ayar bozukluğu oranından çok daha yüksek olduğu sonucuna varmıştır. R. Cantillion (1680–1734) ise altın ve gümüş madenlerin keşfedilmesi neticesinde para miktarının artmış olduğunu ve bunun sonucunda fiyatlar genel seviyesinin yükseldiğini belirtmiştir. Fakat konuyu ilk kez detaylarıyla ve açık olarak inceleyenler, klasik liberalizmin kurucusu ve ilk temsilcileri olmuştur. Konuyu çok açık olarak ortaya koyan düşünürlerden birisi de D. Hume’dur. A. Smith ve diğer klasik iktisatçılar üzerinde çok büyük etkisi olan D. Hume (1711–1776), para miktarı ve fiyatlar arasındaki ilişkiyi önemle ortaya koymuştur. D. Hume, para miktarındaki artışların hemen fiyatları artırmayacağını ve bunun bir zaman gecikmesi ile fiyatlara yansıyacağını da ifade etmiştir.

Para miktarı ve fiyatlar arasındaki ilişkiyi ele alan düşünürlerden bir diğeri de ünlü klasik iktisatçılardan J.S. Mill (1806-1873)’dir Mill, Hume’un miktar teorisi konusundaki görüşlerine katılmakla birlikte paranın dolanım hızının da fiyatlar üzerinde etkili olacağını savunuyordu. Mill, yaptığı açıklamalarla miktar teorisini ilk kez matematiksel olarak formüle eden Irwing Fisher üzerinde de etkili olmuştur.

Klasik Miktar Teorisi
Miktar teorisinin, para arzındaki ve paranın dolaşım hızındaki değişmelerin neticesinde fiyatlar genel seviyesinin değişeceğini ifade eden bir para teorisi olduğunu yukarıda belirttik. Bir başka ifadeyle, miktar teorisi, para miktarındaki değişmelerin doğrudan doğruya fiyatlar genel seviyesindeki değişikliklere yansıyacağını ifade eder.

Fisher Yaklaşımı
Yukarıda basit yorumunu sunduğumuz miktar teorisini ilk olarak bilimsel düzeyde incleyen iktisatçı Irwing Fisher (1867–1947) olmuştur. ABD’de Yale Üniversitesi’nde görev yapan Profesör Fisher, miktar teorisini ilk kez matematiksel olarak formüle eden bilim adamıdır. Fisher dışında konuyu inceleyen diğer iktisatçılar arasında K. Wicksell, L. Walras, A. Marshall ve A.C. Pigou gibi iktisatçıları sayabiliriz.
Fisher’in miktar teorisi ile ilgili formülü şu şekildedir:
PT = MV + M’ V’
Yukarıdaki formülde;
M: efektif para (itibari ya da nakit para),
M’: kaydi para,
V: Efektif (itibari) paranın dolaşım (tedavül ) hızı,
V’: Kaydi paranın dolaşım hızıdır.
M+M’ toplam para arzını ifade etmektedir. Formülde P, fiyatlar genel seviyesini; T ise ticaret (işlemler) hacmini belirtmektedir. Fisher denklemine göre, bir ülkede tedavülde bulunan paraların miktarı (M +M’) ile onların belirli bir dönem içinde kaç defa el değiştirdikleri (V+V’) çarpıldığında elde edilecek rakam aynı dönemde paranın aracılık ettiği işlemlerle (T), bu işlemlere uygulanan fiyatların (P) çarpımına eşit olacaktır. Bu açıklamalar çerçevesinde;
M.V = P.T özdeşliği yazılabilir.
Fisher yaklaşımı bir özdeşlik olarak ele alındığında, ekonomik faaliyet hacmi ne olursa olsun tanımsal olarak geçerli olan bir gerçeği ifade etmektedir. Buna göre toplam harcamalar, bu harcamalara konu olan mal ve hizmetlerin değerine eşittir. Fisher’e göre, bir özdeşlik ancak değişkenlerle ilgili belli varsayımlar yapıldığında davranışsal bir ilişki (model teori) haline gelip, değişkenler arasındaki nedensellik ilişkilerinin yönü hakkında bilgi verir. Fisher’in denklemle ilgili varsayımları şunlardır:

  • M ile M’ arasında doğru orantılı ve istikrarlı bir ilişki vardır. Bunun temel nedeni, hane halklarının nakit tercih oranları ile bankaların rezerv mevduat oranlarının istikrarlı ve tahmin edilebilir oluşudur.
  • V, V’ ve T kurumsal yapı tarafından ve teknik koşullarca belirlenir. Para miktarındaki artış, bu değişkenleri etkilemez.
  • M/M’ oranı sabittir.
  • Para miktarındaki artış doğrudan doğruya ve aynı oranda fiyatlar genel düzeyini artırır. Buna göre nedenselliğin yönü para miktarından fiyatlar genel düzeyine doğrudur. Yani denklemde bağımsız değişken yalnızca para miktarıdır.


Cambridge Yaklaşımı
Fisher’in yukarıda özetlediğimiz yaklaşımı daha sonra Neo-klasik iktisatçılardan Cambridge Okulu’nun kurucuları olarak kabul edilen Alfred Marshall ve Arthur C. Pigou tarafından geliştirilmiştir. Fisher’in yaklaşımında bireylerin “elde tutmak zorunda oldukları para miktarı” analiz edilmektedir. Oysaki Cambridge yaklaşımında para, ekonomik nedenlerle elde tutulan bir aktif olarak ele alınmaktadır. Bu anlamda Cambridge yaklaşımında “elde tutulmak istenen” para miktarı ön plana çıkmaktadır. Bireylerin “elde tutmak istedikleri para miktarı” ile “fiilen elde tuttukları para miktarı” birbirinden farklı olabileceğinden; Cambridge yaklaşımı ile birlikte “parasal dengesizlik” fikri filizlenmeye başlamıştır.
Cambridge yaklaşımında, Miktar Teorisi;
Ms= MD = k.P.Y
olarak ifade edilmektedir. Bu formülasyon çerçevesinde Fisher yaklaşımı ile Cambridge yaklaşımı arasındaki diğer bir önemli farklılık ortaya çıkmaktadır. Fisher yaklaşımında, denklemin sağ tarafında ekonomideki işlemler hacmi (T) yer alırken, Cambridge yaklaşımında ulusal gelir (Y) yer almaktadır. Bunun bir sonucu olarak, Fisher yaklaşımında “paranın işlem dolaşım hızı” söz konusu edilirken, Cambridge yaklaşımında “paranın gelir dolaşım hızı” söz konusu edilmektedir. Cambridge yaklaşımının bir diğer farklılığı “k” katsayısıdır. “k” katsayısı ulusal gelirin bir oranı olarak elde tutulmak istenen para miktarını göstermektedir. Cambridge yaklaşımındaki “k” katsayısı, Fisher yaklaşımındaki “V”’nin matematiksel alternatifi olarak ele alındığında iki yaklaşım arasında fark yok gibi görünmektedir. Ancak, Cambridge yaklaşımı Fisher yaklaşımına göre aşağıdaki farklılıklara sahiptir:

  • Cambridge yaklaşımında vurgu para arzından para talebine yönelmiştir. Bu, bakış
    açısındaki değişikliği yansıtmaktadır.
  • Cambridge yaklaşımı ile birlikte parasal sorunlar “para arzı” ve “para talebi” kavramları aracılığıyla analiz edilmeye başlanmıştır.
  • En az bunlar kadar önemli olmak üzere, Cambridge yaklaşımında yer alan “k” katsayısının, kurumsal faktörlerin yanı sıra ekonomik faktörlerden de etkilenen davranışsal bir değişken olduğu belirtilmektedir. Ancak Cambridge yaklaşımında “k”’yı belirleyen faktörlerin ayrıntılı bir analizi yapılmamıştır. Para teorisinin gelişim sürecinde izlendiği gibi bu boşluk J.M. Keynes tarafından doldurulmuştur.