İnsanlık tarihinin “ilkel” dönemlerinde, yani neolitik doğal toplumlarda kadın esaslı bir yaşam mevcuttu. Ana-kadın ve doğa ilişkisi esas alınarak, yaşamın her alanında pratiğe yansıtılırdı.

Kadının paylaşımcı yönü sayesinde toplumda eşit bir düzen anlayışı hâkimdi. İnsanlık tarihinin bu dönemlerinde ataerkil bir sistem henüz kabul edilmediğinden, aksine kadına ve doğaya inancı olan bir düzen olduğundan sömürü ve yok etme anlayışına yer yoktu. Paylaşımcılık temel etken olduğundan, ellerinde kalan artı ürün sevilene dağıtılırdı. Kısacası uygarlık tarihiyle birlikte ortaya çıkan devletsel yapılanmanın getirdiği sömürü, yok etme, onun olanı alma anlayışı yoktu.




Aslında farkında olmadan içten gelen ve ana-kadın temelli anlayıştan kaynaklı
ekolojik bilinç yaşamlarının her alanına yansıyordu. Doğaya her zaman minnet duyulur ve birçok dini ritüel doğaya ya da kadına yapılırdı. Paleolitik ve Neolitik döneme özgü çoğu sayıda doğurganlık simgeleri içeren mağara resimleri, üretimin ve bereketin sembolü olan kadın heykellerin çoğunluğu o döneme ait kadın saygınlığını gösterir. Örnek vermek gerekirse ana-kadın esaslı bir kabilede kadınlar regl dönemlerinde gece yarısı tarlalarda çırılçıplak yürütülürdü, rahimden gelen kanın bereketi arttıracağına, tarlaların daha verimli olacağına inanılırdı. Kadının doğayla olan bu ilişkisi zamanla bitkilerle yapılan tedavi yöntemini geliştirdi. Aslında tıp, kadınların fitoterapi denilen şifalı bitkilerle geliştirdikleri yöntemlerle başlasa da daha sonradan kadınlar tıp alanından uzak tutularak erkeklerin oluşturduğu bir alanmış gibi devam etti. Ana-kadın esaslı toplumlardan uygarlıklara kadar devam eden süreçte kadın şifacılar yani bilge kadınlar,“Acı tanrı tarafından verilmişse çekilmelidir” düşüncesini savunan kilise yada tapınak anlayışından uzak durup,

empirik (deneysel) yöntemler kullanarak neden-sonuç ilişkisi geliştiriyorlardı. Bu kadınlardan biri Agnodice.

Agnodice, MÖ 4’üncü yüzyılda, kadınların tıp eğitimi görmesinin yasak olduğu Atina’da yaşamış, batı tıbbındaki ilk kadın (jinekolog) hekimdir. “Kadının iyileştirici gücü olamaz” düşüncesinden dolayı mesleğini saçlarını kestirip, erkek kılığına girerek sürdürmek zorunda kalmış, bir süre sonra “baştan çıkarıcı” suçlamalarıyla yargılanmış ve bu nedenle gerçek kimliği ortaya çıkarılmıştır. Fakat hastalarının ona karşı olan olumlu ifadelerinden ve ayaklanmalarından sonra serbest bırakılmıştır. Aynı zamanda bu olay tarihteki ilk feminist eylemlerden biri olarak değerlendirilir.
Kadınların tıbbın gelişimine tarihin ilk dönemlerinden başlayarak katkıda bulundukları söylenebilir. Agnodice gibi Troyalı Helen, Afrodit, Hera ve daha birçok kadın doğayla ilişki kurduğu ve şifalı bitkilerle tedavi yöntemleri geliştirdiği için 16’ıncı ve 17’nci yüzyıllarda cadı avı adı altında başlatılan bir süreçle birlikte yargılanmış, dışlanmış ve yakılmıştır. Tarihte kadının adı ya hiç olmamış yada kötü olarak kalmıştır. Tarihten bugüne kadar birçok kadın astrolog, matematikçi, fizikçi, ressam, heykeltıraş vesaire kadın var ama tarihin eril dilinden dolayı maalesef kadının adının tarihte hakkıyla yeri olduğundan bahsedemiyoruz. Buna en iyi örneklerden biri olarak Camille Claudel’i verebilirim.
Camille Claudel 1864 yılında doğmuş Fransız heykeltıraştır. Onun yaşadığı dönemde, Paris’te kadınların sanat konusunda eğitim görmesi ,sanat icra etmesi yasaktı. Claudel bir grup İngiliz genç kadınla birlikte bir atölye kiraladı. Bu gruba eğitimi veren, bugün müzelerde sözde kendi heykellerinin sergilendiği Auguste Rodin’le tanıştı. Rodin ile Claudel arasında öğretmenlik dışında bir ilişki başladı. Bir süre sonra Claudel kendi heykellerini Rodin’in çaldığını söylerek yakıp yıktı ve bu olay üzerine deliler hastanesine 30 yıl boyunca makhum edildi. Claudel’in sanat yeteneği tamamen özgün olmasına rağmen eserlerinin gelişimi Rodin ile bağlantılı tutuldu. Ama bugün müzelerde gördüğünüz Rodin’in küçük heykelcikleri aslında Claudel’in bizzat kendisine aittir.
Bunun gibi tarihte adının hiç geçmediği yüzlerce kadın bu dünyadan geçip gitti. Bazıları bir şekilde eserleriyle, yazdıklarıyla kaldı bazıları ise tarihin erk (eril) dilinden dolayı başarısız bir erkeğin gölgesinde bırakıldı.