instagram takipçi satın al
Sayfa 1 Toplam 2 Sayfadan 12 SonuncuSonuncu
Toplam 16 adet sonuctan sayfa basi 1 ile 10 arasi kadar sonuc gösteriliyor

Konu: Dini Kitap Ve Dergiler

  1. #1
    Uzak duя huzuя veя! SultanPinar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    08.Ocak.2016
    Mesajlar
    17,111

    Dini Kitap Ve Dergiler

    Booking.com
    Kuşeyrî Risâlesi’nden -Ali Kaya

    Tevazu
    İbn Abbas r.a., Hz. Peygamber s.a.v.’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan kimse cennete giremez.” (Müslim, İman, 148,149; Ebu Davud, Libas, 26; Tirmizî, Birr, 61)
    Ebu Said-i Hudrî r.a. şöyle rivayet etmiştir: “Allah Rasulü s.a.v. hayvanının yiyeceğini kendisi verirdi. Bazen evinin temizliğini yapardı. Yırtılan ayakkabısını tamir ederdi. Elbisesini diker ve yamardı. Koyun sağardı. Hizmetçisiyle birlikte yemek yerdi. Bazen hizmetçi yorulduğu zaman onunla birlikte buğday öğütürdü. Çarşıdan aldığı bir şeyi ailesine götürürken bizzat kendisi taşımaktan çekinmezdi. Zengin fakir herkesle el sıkışırdı. İlk önce kendisi selam verirdi. Kuru hurmadan hazırlanmış olsa dahi çağırıldığı hiçbir daveti küçük görmezdi. Geçimi çok kolaydı. Yumuşak huylu idi. Cömert tabiatlıydı. Güzel geçimliydi. Güler yüzlüydü. Sesli olarak gülmeden yüzü tebessüm ederdi. Yüzü asık olmadan hüzünlüydü. Kendisini alçaltmadan tevazu gösterirdi. İsraf etmeden cömertlik yapardı. Kalbi çok yufka idi. Bütün müslümanlara karşı çok merhametliydi. Çok yiyip midesini doldurarak hiç geğirmemiştir. Hiçbir şeye tamahla el uzatmamıştır.”
    (Hz. Peygamber s.a.v.’in tevazu ile ilgili sıfatları için bk. Ahmed, Müsned, 6/49; İbn Sa’d, Tabakat, 1/91; Tirmizî, Şemâil, 24)
    Fudayl b. İyaz k.s.’ya tevazunun ne olduğu sorulunca şu cevabı vermiştir: “Hakk’a boyun eğersin, O’na teslim olursun ve doğru kimden gelirse onu kabul edersin. İşte tevazu budur.” Cüneyd-i Bağdadî k.s.’ya tevazunun ne olduğu sorulunca, “Halka karşı alçak gönüllü olmak ve onlara yumuşak davranmaktır.” demiştir. Abdullah b. Mübarek rh.a. şöyle demiştir: “Zenginlere karşı onurlu davranmak, fakirlere karşı alçak gönüllü olmak tevazudandır.”
    Bayezid-i Bistamî k.s.’ya, “İnsan ne zaman mütevazi olur?” diye sorduklarında, “Kendi nefsi için hiçbir makam ve hal düşünmediğinde ve halkın içinde kendisinden daha kötü bir kimse görmediğinde gerçek bir mütevazi olur.” demiştir. Yahya b. Muaz k.s. demiştir ki: “Sana malı ile kibirlenen kimseye karşı kibirli (onurlu) davranman bir tevazu şeklidir.”
    Tevazu, kendisine haset edilmeyen bir nimettir. Kibir ise kendisine acınmayan bir beladır. İzzet ve şeref tevazudadır. Kim onu kibirde ararsa bulamaz.
    Süfyan-ı Sevrî k.s. demiştir ki: “Halkın en şereflileri şu beş sınıftır: Zühd sahibi (gönlünü dünyadan çekmiş) âlim, sufî fakih, mütevazi zengin, haline şükreden fakir, Sünnet’e bağlı şerif (Hz. Peygamber’in nesli).”
    Ashaptan Zeyd b. Sabit r.a. bir cenazeden sonra bineğine biniyordu. Abdullah b. Abbas r.a. hemen yanaşarak binmesi için bineğinin üzengisini tuttu. Zeyd r.a., “Ey Rasulullah’ın amcaoğlu, lütfen bırak, böyle yapma!” dedi. İbn Abbas r.a., “Biz âlimlerimize böyle davranmakla emrolunduk.” dedi. Zeyd b. Sabit r.a. da hemen İbn Abbas r.a.’ın elinden tutup öptü ve “Biz de Rasulullah s.a.v.’in Ehl-i Beyt’ine karşı böyle davranmakla emrolunduk.” dedi.
    Urve b. Zübeyr r.a. anlatıyor: “Ömer b. Hattab’ı omzunda bir su kırbası taşırken gördüm. Kendisine, ‘Ey müminlerin emiri, bu size uygun değil!’ dedim. Bana, ‘Yanıma dışarıdan elçiler gelip sözlerimizi dinleyip itaat ettiklerini söylediler. O esnada nefsime biraz kendini beğenme ve büyüklenme duygusu geldi, onu bu şekilde kırmak istedim..’ dedi ve kırbayı götürüp ensardan ihtiyar bir kadının kabına boşalttı.”
    Ömer b. Abdülaziz r.a.’a, oğlunun bin dirhem (gümüş para) vererek bir kaşlı yüzük satın aldığı haberi geldi. Hemen oğluna bir mektup yazarak şunları söyledi: “Duyduğuma göre sen bin dirhem vererek kaşlı bir yüzük almışsın. Bu mektup sana ulaşınca derhal o yüzüğü sat, parasıyla bin aç kimseyi doyur ve kendine iki dirheme bir yüzük al. Onun kaşını da Çin işi demirden yaptır ve üzerine şunu yaz: Nefsinin gerçek kıymetini bilen kimseye Allah rahmet etsin!”
    Hz. Hasan r.a. yolda bir grup çocuğa rastladı. Çocukların önünde ekmek parçaları vardı. Yemek için hazırlamışlardı. Hz. Hasan’ı görünce davet ettiler. O da bineğinden inip onlarla birlikte ekmeklerden yedi. Sonra onları evine götürdü, yiyecek ikram etti, elbise giydirdi ve onlara şöyle dedi: “Asıl cömertlik ve iyilik sizin yaptığınızdır. Siz elinizde ne varsa bana yedirdiniz, biz ise bu verdiklerimizden daha fazlasına sahibiz.”
    Sır
    Sufîlerin kullandıkları tabirlerden biri de “sır”dır. Diyebiliriz ki sır da ruhlar gibi, insan bedenine konulmuş bir latifedir. Sufîlerin temel usul ve anlayışlarına göre sır, müşahede mahallidir. Nitekim ruhlar ilahî muhabbet mahalli, kalpler de marifet ve irfan mahallidir.
    Sufîler demişlerdir ki: “Sır, senin vakıf olduğun (bildiğin) şeydir. Sırrın sırrı ise, ne olduğunu ancak yüce Allah’ın bildiği şeydir. Sufîlerin usul ve ifadelerinden anlaşıldığına göre sır, ruhtan daha latif (sırlı ve gizli) bir cevherdir. Ruh da kalpten daha şereflidir.”
    Sufîler derler ki: “Sırlar, ağyarın (Hakk’ın dışındaki şeylerin) etki ve tesir bağından kurtulmuştur.” Kul ile Hak Tealâ arasında gizli ve saklı kalan hallere de sır denir. Birinin şu sözü bu manadadır: “Sırlarımız özel perde içinde korunmaktadır. O perdeyi hiç kimsenin hayali açıp da içinde ne olduğunu öğrenemez.” Yine sufîler, “Hürlerin (varlık bağından kurtulmuş ariflerin) göğüsleri, sırların saklandığı kabirlerdir” derler. Bazıları da, “Eğer sırrımı yakamdaki düğmem bilse, onu koparır atarım!” demiştir.
    Nasrâbâdî
    İlk dönemin zahid sufîlerinden biri de Ebu’l-Kasım İbrahim Muhammed Nasrâbâdî rh.a.’tir. Yaşadığı asırda Horasan’ın şeyhi idi. Şiblî, Ebu Ali Rûzbârî ve Mürtaiş ile sohbette bulunup kendilerinden feyiz almıştır. 366 (976) senesinde Mekke’ye göç ederek orada yaşamış ve 369 (980) senesinde orada vefat etmiştir. Nasrâbâdî, hadis ilminde âlim ve pek çok rivayeti olan bir zattı.
    Nasrâbâdî rh.a. demiştir ki: “Sana Hakk’ın tecellilerinden bir tecelli gözüktüğü zaman, sakın onunla birlikte dikkatini cennete ve cehenneme yöneltme. Bu halden çıktığın zaman da, Allah’ın yücelttiği şeyleri yücelt ve onlara hürmet et.”
    Nasrâbâdî’ye, “Bazı insanlar yabancı kadınlarla oturuyor ve ‘Biz onları görmede günah işlemekten masumuz’ diyorlar, siz bunlara ne dersiniz?” diye sorulunca, hazret şöyle demiştir: “Ruh bedende durduğu sürece onda Allah’ın emirleri ve yasakları geçerli olmaya devam eder. O kimse helal ve haramlarla muhataptır. Şüpheli şeylere ancak haramlara rahatça girenlerden başkası cesaret edemez.”
    Nasrâbâdî rh.a. demiştir ki: “Tasavvufun temelini şunlar oluşturur: Kur’an ve Sünnet’e yapışmak. Kötü arzuları ve bid’at türü işleri terk etmek. Şeyhlere hürmet göstermeyi önemsemek. Halkın özürlerini kabul edip kendilerine müsamahalı davranmak. Virdlere devam etmek. Ruhsatları ve (açık hükümlerin dışındaki) yorumları terk etmek.”
    Çoğu insan zekaya inanır, ben inanmıyorum, bizi birbirimizden ayıran emektir, ben çalışmaya inanıyorum..Prof. Dr. Aziz Sancar

  2. #2
    Uzak duя huzuя veя! SultanPinar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    08.Ocak.2016
    Mesajlar
    17,111

    Mürşid-i Kâmil Ne Yapar? - Mehmet Ildırar

    Mürşitlik rütbesi ve mürşitlerin hizmeti, Kur’an-ı Kerim ve Efendimiz s.a.v.’in hadisleri ile bildirilmiş, hükümleri açıklanmıştır.
    Fahr-i Kainat s.a.v. Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Muhammed’in nefsini elinde bulunduran Allah’a yemin olsun ki, hiç şüphesiz Allah Tealâ’nın en sevdiği kulları, Allah’ı kullarına, kulları da Allah’a sevdirenler, yeryüzünde hayır ve nasihat için dolaşanlardır.” (Beyhakî, Şuabü’l-İmân, nr. 409). Mürşitlik Allah Tealâ’ya davet rütbesidir.
    Mürşid-i kâmil, Allah Tealâ’yı kullarına kulları da Allah Tealâ’ya sevdirmek için bir vasıtadır. 14 asırdır bu ümmetten milyonlarca müslümanın kurtuluşuna vesile olagelmişlerdir. Dünyanın dört bir tarafındaki mürşid-i kâmillerin ve evliyanın türbelerinden hiç eksilmeyen ziyaretçiler, veli ve mürşit sevgisinin en güzel örneğidir.
    Gerek Anadolu’da gerek diğer İslâm beldelerinde bulunan binlerce veli türbesinin sürekli ziyaret edilmesi ve milyonlarca insanın oralarda Kur’an tilavet etmeleri, salât u selamlar getirmeleri şuna delildir: İnsanoğlu zaman zaman kendi babasını, dedesini, neslini unuttuğu halde Allah dostlarını asırlardır unutmamıştır. Bu da gösteriyor ki Allah Tealâ bir kulunu severse onu bütün insanlara sevdirir.
    Tasavvuf yolunda mürşitlik rütbesi rütbelerin en yükseği, mürşitler de Allah Tealâ’ya davette peygamberlerin mirasçılarıdır. Mürşid-i kâmil, kendisine tabi olanı Rasulullah s.a.v.’in yoluna sevk eder. Kim Rasulullah s.a.v. Efendimiz’e güzelce uyarsa Allah Tealâ da o kulu sever. Kur’an’da Allah Tealâ Rasulullah s.a.v. Efendimiz’e hitaben şöyle buyurmuştur: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Âl-i İmran, 31)
    Kâmil bir mürşit, Rasulullah s.a.v. Efendimiz’in ahlâkına, şeriatına, sünnet-i seniyyesine uyar ve uymaya yöneltir. İnsanlar da Allah Rasulü’nün sünnetine uymakla O’nun güzel ahlâkını örnek almış, O’na tabi olmuş, dolayısıyla da Allah Tealâ’yı sevmiş olurlar.
    İmam Rabbanî k.s. hazretlerinin beyanına göre Nakşibendîlik yolu Efendimiz s.a.v.’in ümmetine üç yönden hizmet verir:
    • İman hakikatlerini inkişaf ettirir,
    • Kalbî hastalıkları iyileştirir,
    • Rasulullah s.a.v. Efendimiz’in sünnetini yaşatır.
    Bu zamanın insanlarının hallerine bakıldığında, türlü nefsanî arzularla moda çılgınlıklara uyanların yanında Sünnet-i Seniyye’ye uyanların azlığı açıkça görülmektedir. Bu da bize insan nefsinin Allah yoluna bağının zayıflığını gösterir.
    İşte mürşid-i kâmillerin vazifesi, kendilerine bağlanan kişileri manevi kirlerden temizlemek suretiyle terbiye etmektir. Nefs çirkin sıfat ve huylardan temizlendikçe kalp parlamaya başlar. Allah Tealâ’nın tevhid, marifet ve muhabbetinin nurları ortaya çıkar. Bu durum Allah Tealâ’nın Kur’an-ı Kerim’de bildirdiği müjdedir: “Şüphesiz nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” (Şems, 9)
    Çoğu insan zekaya inanır, ben inanmıyorum, bizi birbirimizden ayıran emektir, ben çalışmaya inanıyorum..Prof. Dr. Aziz Sancar

  3. #3
    Uzak duя huzuя veя! SultanPinar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    08.Ocak.2016
    Mesajlar
    17,111

    Komşularımız Nerede? - Ali Uysal

    Eskiden birbirine yaslanmış evlerimiz vardı. Bu fizikî yakınlık, mimarî anlayış manevi yakınlığı, komşuluğu da büyütüyordu sanki. Şimdilerde ise üst katın alt katı altına alıp ezdiği mesajını veren şeddâdî yapılara dönüştü. Sanki o evlerle birlikte komşularımız da çekip gittiler.
    Hiç düşündük mü komşularımız nerdeler?
    Yüce Kitabımız; “Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, elinizin altındakilere iyilik edin. Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez.” buyurarak ilişkilerimizdeki ölçüyü ne güzel koymuş!
    İşte, komşuluk dediğimiz bu anlamlı kelime cemiyet hayatımızın merkezinde durmaktadır. Komşuluk ilişkisinin soylu anlamını en güzel Efendimiz s.a.v. değerlendirmiştir:
    “Allah’a ve ahiret gününe iman eden ya hayır söylesin ya da sussun! Allah’a ve ahiret gününe iman eden komşusunu rahatsız etmesin! Allah’a ve ahiret gününe iman eden misafirine ikram etsin!” (Buharî)
    Yukarıdaki ayet-i kerimeden ve hadis-i şeriften anlıyoruz ki, iman ile komşuluk hukuku arasında çok kuvvetli bir münasebet var. Bu münasebetin en tesirli ifadelerinden birini de şu hadis-i şerifte görüyoruz: “Cebrail bana komşu hakkında o kadar tavsiyede bulundu ki, komşuyu komşuya mirasçı kılacak sandım.” (Tirmizî)
    Komşu hakkı
    Yine Efendimiz s.a.v.: “Komşusu açken tok yatan bizden değildir. Yanı başında komşusu açken tok yatan kimse iman etmiş olamaz.” sözleriyle komşuluk kavramını çok özel bir yere oturtmuştur. Efendimiz bunu hayatında da tatbik etmiştir. Bu ayet ve hadislerin şekillendirdiği İslâm ahlâkı komşuluk ilişkisine hukukî bir yön de kazandırmıştır. İslâm hukukuna bakıldığında cemiyet hayatımızdaki birçok hal ve hareket komşuluk hukukuna riayet noktasında şekillenmiştir. Bir basit misali müslüman ahalinin tarlasında uyguladığı bir anlayışla verelim: Eğer bir tarla sahibi o tarlayı satacaksa satın alma önceliğinin (şuf’a hakkı) sınır komşusuna ait olduğunu bilir ve önce ona teklif eder, alamıyorsa o zaman bir başkasına satar. Çünkü bu ölçüleri İslâm ahlâkının sınırlarını belirleyen Efendimiz s.a.v. koymuştur.
    Muaviye b. Hayda r.a.’ın “Komşumun benim üzerimdeki hakları nelerdir?” sorusuna Efendimiz’in verdiği cevabı şöyledir: “Hastalanırsa ziyaretine git, ödünç bir şey isterse ver, vefat ederse cenazesine katıl, bir şeye muhtaç olduğunda ihtiyacını gider, bir hayra ulaşırsa sevincini paylaş, başına bir felaket gelirse onu teselli et, evinin duvarını, çatısını onun evinden yüksek yapma, evindeki pişenden ikram et.”
    Evinde kesilen koyun için “Bunun etinden yahudi komşularımıza verdiniz mi?” diye soran Abdullah ibn Amr da aynı ahlâkı temsil ediyordu. “Komşuda pişer bize de düşer” sözü Efendimiz s.a.v.’in Ebu Zer r.a.’a: “Bir yemek pişirdiğin zaman suyunu çok kat, sonra komşuna da ondan yedir.” hadisinden gelmektedir. Efendimiz’in, “Evden önce komşu bulun, yola çıkmadan önce de yol arkadaşı bulun.” hadisiyle, “Ev alma komşu al” atasözü aynı hakikatin sesidir. Atalarımız da aynı ahlâkı temsilen yaşadılar. Kur’an-ı Kerim’in, hadislerin ışığından nurlanan atalarımız: “Ev yapacaksan komşuyu seçmeden himini (temelini) atma”, “Komşun iyi yerin kötü, dur bekle. Yerin iyi komşun kötü, bırak git!”; “Dişin ağrırsa çek çıkar komşun kötüyse kaç kurtar.”, “Alim komşu, cahil babadan yeğdir.”; “Yakın komşu hayırsız hısımdan iyidir.” derken Efendimiz’in, “İyi komşu kişinin iyi bahtındandır.” hadisinden beslenmemiş midir?
    Altın eşik gümüş eşiğe muhtaç
    Yüce Kur’an’da geçen “câri zi’l-kurbâ” ifadesi yakın komşu anlamındadır. “Câri’l-cunûbi” de uzak komşudur. Bu kavramlardan hareketle ister uzak ister yakın komşu olsun, onlara ihsanda bulunmamız emredilirken hiç düşündük mü komşularımız nerede? Bunca rehber sözlerin ışığında seyrettiğimiz manzara bugün nasıldır ve biz bu manzaranın neresindeyiz?
    Soframıza acaba komşumuzu kaç kez buyur ettik? Kaç kez onunla hemhal olduk, dertleştik, acısını böldük, sevinciyle şad olduk? Komşuluk hukukuna riayet etmenin ahiret komşumuzu da belirleyeceği hakikatinin idrakinde miyiz? Efendimiz s.a.v. “Vallahi mümin olamaz! Vallahi mümin olamaz! Vallahi mümin olamaz!” deyince Sahabe-i Kiram Efendilerimiz: “Kim ey Allah’ın Rasulü?” dediler. Peygamberimiz de: “Komşusu kötülüklerinden emin olmayan, olamayan herkes.” buyurmuştu.” (Buharî)
    Kendimize soruyor muyuz, komşumuz bizden memnun mu, bizden emin mi, bize malını canını emanet etme duygusunda mı?
    Yükümüz hafiflerdi
    Bugünkü manzaraya baktığımızda diyebiliriz ki komşunun başarısını, kazancını kıskandık. Komşumuz da bize aynı duygularla yaklaştı. Böylece aramıza kalın, aşılmaz, ses geçirmez duvarlar ördük. Aç komşumuza tokluğumuzun resmini verdik. Elbisesi olmayan komşumuza elbisemizle üstünlük sağlamaya çalıştık. Komşuluğu bir tür rekabet gibi algıladık. Halbuki komşuluk kardeşlik ve dayanışma demekti. Komşunun kapısı bize, bizim kapımız komşumuza açıktı. Bir yere gitsek anahtarımızı komşumuza verirdik. Üç gün görmesek kapısını çalıp ne haldesiniz der, halleşir dertleşirdik. Artık pek çok komşu komşusunun külüne muhtaç değil belki ama ahirette komşumuzun şahitliğine muhtacız. “Bir müslüman öldüğünde yakın komşularından üç hane halkı onun iyi bir insan olduğuna şahitlik ederse, Yüce Allah ‘Şahitlikte bulunan kullarımın bildiklerine göre yaptıkları şahitliği kabul ettim ve kendi bildiklerimi de bağışladım’ der.” (Ahmed b. Hanbel) buyuran Efendimiz’in bu mübarek sözlerine göre bizim bu şahitliğe hakikaten çok ihtiyacımız var. Oysa komşularımız yok gibi hareket ediyoruz. “Aç kurt bile komşusunu dalamaz,” denirken biz kavga için malzeme biriktiriyoruz. Hayrını dilemediğimiz komşumuzun şahitliğinden korkmamız gerekiyor.
    Mesut zamanlar atlası
    Bizim medeniyet anlayışımızın bir merkez noktasında da hep komşu ve komşuluk vardı. Komşumuz varken daha mutluyduk. O mesut zamanlar atlasında ne güzel komşularımız vardı! Ölümlerinde gözyaşı döktüğümüz, sevinçlerinde halay çektiğimiz komşularımız vardı. Soframızda daima fazladan tabağımız, kaşığımız vardı. Pişen aşımızda komşunun da hakkı vardı. Onun gönlünü almak, incitmemek için ayarlanmış hassas terazilerimiz vardı. Komşumuzla kendimizi, ailemizi güvende hisseder, güçlendiğimizi düşünürdük. Cenazesi varsa mutlaka görevlerimiz olurdu. Düğünü varsa, sanki merasim bizimmiş gibi üstlenirdik. Böylece yüklerimiz hafiflerdi
    “Kurtlar bile komşusunu yememiş,” sözünü söyleyen bir medeniyet komşusunu ne yaptı acaba? Komşuluğun dar planda anlam kazanıp daima genişleyen bir kavram olduğunu galiba unuttuk. Evimizin komşusu, işyerimizin komşusu, köylerin kentlerin komşuluğu, ülkelerin komşuluğu ve en sonunda ahiret komşuluğu… Anadolu irfanı dua ederken, “İnşallah Fatıma Anamız’a komşu olursun.” der. Dualarımızın serlevha cümlesi, Efendimiz s.a.v.’e komşu olmak umudunu dillendirir.
    Modern şehir dokusunun getirdiği yapay yakınlıktan dolayı kaçıp giden hakiki yakınlığı yeniden inşa edebiliriz, etmeliyiz. O zaman selamlarımız daha içten, soframız ve ömrümüz daha bereketli olacaktır.
    Çoğu insan zekaya inanır, ben inanmıyorum, bizi birbirimizden ayıran emektir, ben çalışmaya inanıyorum..Prof. Dr. Aziz Sancar

  4. #4
    Uzak duя huzuя veя! SultanPinar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    08.Ocak.2016
    Mesajlar
    17,111

    Her Ay 10 Sünnet - Salih Selçuk

    1
    Berâ b. Âzib r.a. şöyle demiştir: “Bir bedevî Rasulullah s.a.v.’in yanına gelerek:
    – Bana cennete girmeme sebep olacak bir amel öğret, dedi. Allah Rasulü s.a.v. şöyle buyurdu:
    – Her ne kadar kısa bir soru sorduysan da cevabı oldukça geniştir. Bunun için köle azat et, köleleri kölelikten kurtar. Buna gücün yetmiyorsa açlara yemek yedir, susuzlara su içir.”
    [Ahmed, Müsned, IV, 299; İbn Hibban, Sahih, I, 357]
    2
    Abdullah b. Mesud r.a.’tan rivayet edilmiştir:
    “Peygamber s.a.v., ‘Allahümme innî es’elüke’l-hüdâ ve’t-tukâ ve’l-afâfe ve’l-gınâ’ (Allahım! Senden hidayet, takva, iffet ve gönül zenginliği isterim) diye dua ederdi.”
    [Müslim, Zikr 72 (2721)]
    3
    Taberanî senediyle Hz. Aişe r. anha validemiz şöyle demiştir: Rasulullah s.a.v. şöyle buyurdu: “Müslüman bir aileyi sevindiren bir kimse için Allah, cennetin dışında hiçbir sevaba (mükâfata) razı olmaz.”
    [Taberânî, Sağir, II, 132]
    4
    İbn Mesud r.a. dedi ki: “Kabirde kişinin yanına ayak tarafından gelinir, ayakları:
    – Sizler benim tarafımdan gelemezsiniz. Çünkü bu kişi Mülk suresini okurdu, derler.
    Daha sonra göğsü tarafından -ya da karnı tarafından- ona yaklaşmaya çalışılır. Bu sefer göğsü:
    – Sizler benim tarafımdan bu kişiye yaklaşamazsınız. O Mülk suresini okurdu, der.
    Sonra başı tarafından ona yaklaşılmak istenir. Başı da:
    – Benim bulunduğum taraftan ona yaklaşamazsınız. Çünkü o Mülk suresini okurdu, der.
    İşte bu sure kabir azabına mani olduğu için ona ‘el-mânia: engel olan’ denilmiştir. Bu sure Tevrat’ta Mülk suresi diye anılır. Bir gece bu sureyi okuyan gerçekten pek çok hayır işlemiş ve çok hoş bir iş yapmış olur.”
    [Hakim, Müstedrek, II, 498]
    5
    Hz. Aişe r. anha validemiz anlatıyor: “Rasulullah s.a.v. hediye kabul eder ve daha iyisiyle ona karşılık verirdi.”
    [Buharî (3/206); Ahmed (6/90); Tirmizî (1953); Ebu Davud (3536)]
    6
    Ebu Eyyüb el-Ensarî r.a.’ın hurma kuruttuğu bir yeri vardı. Orada hurmalar varken gulyabani gelip oradan bir şeyler aldı. Ebu Eyyüb r.a. üçüncü defa gelişinde o gulyabaniyi yakaladı. “Seni Rasulullah’ın huzuruna götürmeden bırakmam!” dedi. Gulyabani: “Sana bir şey söyleyeyim, beni bırak” dedi; “Ayete’l-kürsî’yi evinde oku. Sana ne şeytan, ne de bir başkası kötülük yapamaz.”
    Ebu Eyyüb r.a. Peygamberimiz s.a.v.’in huzuruna gelince ona: “Esirin ne yaptı?” diye sordu. O da gulyabaninin neler söylediğini anlattı. Allah Rasulü s.a.v.: “Aslında o pek yalancı birisi olmakla birlikte doğru söylemiş.” dedi.
    Gulyabaninin şeytan olduğu söylendiği gibi, cinlerin çeşitli kılıklara bürünebilen türü olduğu da söylenmiştir.
    [Tirmizî, V, 158]
    7
    Miktad b. Madiykerb r.a., Rasulullah s.a.v.’i şöyle buyururken işittim, dedi:
    “Ademoğlu midesinden daha şerli bir kap doldurmamıştır. Ademoğluna belini doğrultacağı kadar birkaç lokma yeterlidir. Eğer daha fazla yemek istiyorsa, midesinin üçte biri kadar yemek yesin, üçte biri kadar su içsin, üçte biri de boş kalsın.”
    [Ahmed (4/132); Tirmizî (2381); İbn Mace (3349)]
    8
    Ebu Hüreyre r.a. Rasulullah s.a.v.’in şöyle buyurduğunu söyledi:
    “Farz kılınmış namazlarını düzenli olarak kılmaya devam eden kimse gafillerden yazılmaz. Bir gecede yüz ayet okuyan kimse de ‘kunut ehli: dua eden, ibadet eden’ diye yazılır.”
    [İbn Huzeyme, II, 180; Hakim, Müstedrek, I, 308]
    9
    Sa’d b. Ebi Vakkas r.a. dedi ki: Rasulullah s.a.v. şöyle buyurdu:
    “Zünnun’un (Hz. Yunus a.s.’ın) balığın karnında iken yaptığı: Lâ ilâhe illâ ente, sübhâneke, innî küntü mine’z-zâlimîn (Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni her türlü eksiklikten tenzih ederim. Şüphesiz ben zalimlerden oldum) duasını okuduktan sonra herhangi bir şey için dua edilecek olunursa, mutlaka o dua kabul olunur.’”
    [Tirmizî, V, 529; Neseî, Amelu’l-Yevmi ve’l-Leyle, 416, Hâkim, Müstedrek, I, 505]
    10
    Cabir r.a., Rasulullah s.a.v.’i şöyle söylerken işittim, dedi:
    “Şeytan sizin yaptığınız bütün işlerde yanınızda olur, yemek yerken bile hazır bekler. Sizden birinin lokması yere düşerse ona bulaşan (çer çöpü) temizleyip yemeye devam etsin, onu şeytana bırakmasın. Yemeğini bitirince parmaklarını yalasın. Zira o kimse bereketin yemeğin neresinde olduğunu bilmez.”
    [Müslim, 2033]
    Peygamber s.a.v.’e İtaatin Önemi
    “Öyleyse Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve Allah’a karşı gelmekten sakının. Şayet yüz çevirirseniz bilmiş olun ki, elçimize düşen sadece apaçık tebliğdir.”
    [Mâide, 92]
    Çoğu insan zekaya inanır, ben inanmıyorum, bizi birbirimizden ayıran emektir, ben çalışmaya inanıyorum..Prof. Dr. Aziz Sancar

  5. #5
    Uzak duя huzuя veя! SultanPinar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    08.Ocak.2016
    Mesajlar
    17,111

    İyi ki Ahiret Var - Taha Yıldız

    Yüce dinimizin altı iman şartını hepimiz küçük yaşlarda öğrendik. Çünkü yazları gidilen Kur’an kursları ile diğer dinî eğitimlerde ilk öğrendiklerimizden biri de imanın şartlarıdır. Bu altı şart “Cibril hadisi” diye meşhur olan bir hadiste bir arada zikredilmektedir. Hz. Peygamber s.a.v. bu uzun hadisin bir bölümünde şöyle buyurmaktadırlar: “İman, Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, hayrı ve şerriyle kadere inanmandır.” (Müslim, 9)
    Ahirete iman
    Bu altı şarttan biri olan ahirete iman, Kur’an’da pek çok ayette tafsilatlı olarak ele alınmaktadır. Bu durum yüce Allah’ın ahiret inancına verdiği önemi göstermektedir. Öyle ki doğrudan ahirete değinen ayetlerin sayısı 1900 civarındadır. Bu da yüce kitabımızın yaklaşık üçte birini oluşturmaktadır. Ayrıca Kur’an’da bazı surelerin isimlerinin kıyamet anlamına gelen isimlerle adlandırılmış olması da aynı önemi teyit etmektedir: “Kıyâme”, “Hâkka”, “Kâria”, “Ğâşiye”, “İnfitâr”, “İnşikâk”, “Tekvîr” sureleri böyledir.
    Bunun yanında pek çok ayette Allah’a iman ile ahirete iman birlikte zikredilmiştir. Dolayısıyla Allah’a inanan kimse ahirete de inanmak durumundadır. Örneğin bir ayette şöyle buyurulmaktadır: “Allah’a ve ahiret gününe inanıp salih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır.” (Bakara, 62)
    Ahiret üzerinde bu derece durulmasının elbette pek çok hikmeti var. Bu yazımızda bu hikmetlerden birkaçını ele almaya gayret edeceğiz.
    Hesap verme korkusu
    Ahlâkî değerlerin önemli kısmı tüm dünyada kabul edilmiş ortak kıymetlerdir. Bununla birlikte bu değerlerin istenildiği ölçüde gönüllere hakim olduğunu ve herkes tarafından benimsendiğini söylemek mümkün değildir. Bu yüzden, ülkemiz de dahil olmak üzere dünyanın dört bir yanında suç oranlarının sürekli arttığını ve toplumların gittikçe vahşileştiğini, insanî değerlerden uzaklaşıldığını görüyoruz. Çünkü çoğu zaman polisiye tedbirler de yeterli olmamakta, insanlar yakalanmayacaklarını ya da az bir ceza alacaklarını hesap ettiklerinde pervasızlaşıp suça yönelebilmektedirler. Oysa Allah Tealâ’nın her şeyi gördüğü ve yapılanların tamamının hesabını ahirette soracağı inancı insanların kalplerine yerleşmiş olsaydı suça yönelme böyle kolay olmayacaktı.
    Ahiret inancı insanı iyi ameller işlemeye sevk edip yanlış işler yapmaktan alıkoyar. İnsan, yapıp ettiklerinin sürekli kayıt altına alındığını ve bunlardan bir gün hesaba çekileceğini bildiğinde kendisine çeki düzen verir. Harama bulaşmaktan, kul hakkına girmekten, kötü işlere karışmaktan geri durur. Çünkü ahirette defterinin soldan verilenlerden olmasını istemez. Cehennem azabıyla cezalandırılmadan cennete gitmeyi arzular.
    Böyle olunca polis ve benzeri bir güç olmasa bile kendisini kontrol edip ahlâklı olmaya, temiz bir hayat yaşamaya çabalar. Bu inanç ne kadar zayıflarsa insanın suça meyli de o derece artar. Toplumumuzda müslüman kimliğine rağmen suç oranlarının artıyor olması, akla hayale gelmeyecek suç çeşitlerinin görülmeye başlamasının bir nedeni de budur. Bu yüzden Allah’a ve ahiret gününe gereği gibi iman etmenin ne kadar önemli olduğu ortaya çıkmaktadır.
    Şu ayetleri okuyan bir insan harama bulaşacağı zaman ürperti duyar ve kendisini geri çeker. İnsanların elinden ve dilinden güvende olduğu kimse haline gelir:
    “Zalimlere öyle bir cehennem hazırladık ki onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. (Susuzluktan) imdat dileyecek olsalar, imdatlarına erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su ile cevap verilir. Ne fena bir içecek ve ne kötü bir kalma yeri!” (Kehf, 29)
    “Şüphesiz ayetlerimizi inkâr edenleri gün gelecek bir ateşe sokacağız. Onların derileri pişip acı duymaz hale geldikçe, derilerini başka derilerle değiştiririz ki acıyı duysunlar! Allah daima üstün ve hakîmdir.” (Nisa, 56)
    Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz de şöyle buyurmaktadır: “Cehennemliklerin azap yönünden en hafifiyle cezalandırılan kişi, ateşten iki nalın giyer ve bunların sıcaklığından beyni kaynar.” (Müslim, 311)
    İmam Gazalî rh.a. de cehennem ateşinin korkunçluğunu anlatırken şöyle diyor: “Cehennem azabının şiddetinden şüphe edecek olursan, parmağını ateşe yaklaştır ve ne kadar acı veriyormuş gör! Gerçi dünya ateşinin şiddeti cehennem ateşinin şiddetinden çok azdır. Fakat dünyada bu ateşten daha şiddetli bir azap olmadığı için mecburen cehennem ateşiyle kıyaslanmaktadır.” (İhya, 4/531)
    Bu tablo bize cehennem ateşinin dehşetini anlatmaya yetmektedir. Buna gerçek anlamda iman etmiş olan bir insanın hal ve tavırlarının istikamet üzere olacağı açıktır. Lakin kişi bunları okumasına rağmen yüreğinde söz konusu korkuyu hissedemiyorsa, imanını kontrol etmesi gerekir.
    Cennete gitme isteği
    İnsanı istikamet üzere tutan sadece cehennem korkusu değildir. Bir de iyi amellerin karşılığında ulaşacağı cennet vardır. Bu da insanı güzel bir hayat sürme yönünde coşkulu kılar. Çünkü Hz. Peygamber s.a.v.’le, Allah dostlarıyla, istikamet sahibi kişilerle ahirette bir arada olabilmesinin yolu cennete girmesinden geçmektedir. Yaptığı her güzel amel karşılığında Rabbinin sevap verdiğini bildiğinden dolayı en küçük bir hayrı bile yapmaktan geri durmaz, yaparken büyük bir haz alır. Çünkü hem Rabbini memnun edecek bir amel yapmakta, hem de kendisini cennete götürecek bir sevap kazanmakta, ayrıca yaşamış olduğu dünyaya bir değer katmaktadır.
    Cennet ve cehennemi aklına getirmeden sadece Allah Teâlâ’nın sevgisiyle ibadet edebilme maharetini gösterebilen insan sayısı gerçekten azdır. Bu nedenle gerek Rabbimizin ve gerekse Hz. Peygamber s.a.v.’in bahsettiği cennet nimetlerinden kimse uzak kalmak istemez. Bu yüzden İslâm’ı özümsemiş olan müminlerin hayattan ve ibadetlerden aldıkları manevi tat bir başkadır:
    “İman edip iyi davranışlarda bulunanlara içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele!” (Bakara, 25), “Girecekleri yer, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Onlar için orada kendilerine diledikleri her şey vardır. İşte Allah, takva sahiplerini böyle mükâfatlandırır.” (Nahl, 31) ve “Onlar için orada ebedi kalmak üzere diledikleri her şey vardır.” (Furkan, 16)
    Bir kudsi hadiste de Cenab-ı Hak buyuruyor ki: “Salih kullarım için cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın aklına getiremeyeceği nimetler hazırladım.” (Buharî, 3005)
    Ahiret inancı güç verir
    Hayatta hepimiz birçok sıkıntıyla karşılaşır, halledemediğimiz sorunlarla yüzleşiriz. Haksızlıklara uğrarız. Bunlardan kiminin altından kalkamayız. Ezilir, üzülür, ağlarız. Elimizden bir şey gelmediği için hayıflanırız. Böyle durumlarda mümin imanından güç alarak ayakta durur.
    Allah Tealâ’nın her şeyi görüyor, her şeyi biliyor olması insanı rahatlatır: “Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı noksansız görür.” (Bakara, 110) ve “Karada ve denizde ne varsa hepsini bilir. O’nun bilgisi dışında bir yaprak dahi düşmez.” (En’am, 59)
    Allah Tealâ, haklıyı haksızı ayıracak, suçlular cezalarını çekecek, iyilik yapanlar sevap alacaktır. Keza zorluklar karşısında sabredenler de mükâfatlarını göreceklerdir. Ayetler bunu açıkça beyan etmektedir:
    “Sakın Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Ancak, Allah onları (cezalandırmayı), korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor.” (İbrahim, 42), “Kim zerre miktarı iyilik yaparsa onu görecek ve kim zerre miktarı kötülük yaparsa karşılığını görecektir.” (Zilzâl, 7-8), “Rabbin hakkı için, mutlaka onların hepsini yaptıklarından dolayı sorguya çekeceğiz.” (Hicr, 92-93), “Her canlı ölümü tadacaktır. Kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam ödenecektir.” (Âl-i İmran, 185) ve “Bizim sizi boş bir amaç uğruna yarattığımızı ve gerçekten bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sanmıştınız?” (Mü’minûn, 115)
    Bir insanın bunları bilmesi ona dünyada yaşadığı haksızlıklar yüzünden üzülmesinin gereksiz olduğunu öğretir. Hiçbir şeyin karşılıksız kalmayacağını bilmesi de kendine çeki düzen vermesine sebep olur.
    Sevdiklerimize kavuşacağımız gün
    Ailemizle bir araya geldiğimizde onlara şöyle bir bakalım. Annelerimiz, babalarımız, kardeşlerimiz, eşimiz, çocuklarımız… bu topluluktan her bir kişi bir diğerinin ölümüne, cenazesine şahitlik edecek. Bunun anlamı insanın sevdiklerinden bir bir ayrılacağıdır. Koklayıp sarıldığımız insanları toprağa vereceğiz veya onlar bizi toprağa verecekler. Ardından hüzünle göz yaşı dökülecek. Ve bu durum her ailede yaşanmaya devam edecek olan bir gerçek olarak kalacak.
    İnsan yakınını kaybederek ölüm denilen bu gerçekle yüzleştiğinde ahiret inancı yoksa öncelikle olan bitene isyan eder, kahreder, yaşamaya küser. Gönlünü açabileceği, sığınabileceği bir kapı bulamaz. Ahiret inancı olmayanların karşılaştıkları felaketler nedeniyle çok çabuk yıkıldıklarını, hayattan koptuklarını ve bazen de kayıplarının üzüntüsüne dayanamayıp intihar bile ettiklerini görürüz. Çünkü sevdiklerini kaybetmeleri durumunda hayat kendileri için anlamsızlaşmakta ve yaşamak için bir amaçları kalmamaktadır.
    Müslümanlar içinse böyle bir olumsuzluk söz konusu değil. Çünkü ölüm, bizim için sevdiklerimizden geçici bir süre uzak kalmaktır. Bizleri ahirette tekrar buluşturacağını ve özlemi ebedi olarak sonlandıracağını Rabbimizden ümit ederiz. Çünkü biz her zaman şu ayetleri okuruz: “Her canlı ölümü tadacak, sonra döndürülüp bize getirileceksiniz.” (Ankebut, 57) ve “Bu dünya hayatı sadece bir eğlence ve oyundan ibarettir. Asıl hayat ahiret yurdundaki hayattır. Keşke bilseler…” (Ankebut, 64).
    Bu nedenle kaybettiklerimize üzülmekle birlikte tekrar kavuşacağımıza olan inancımız nedeniyle yıkılmayız. Bilakis sığınacak ve yalvaracak bir kapımız olduğundan manevi bir rahatlık ve huzur hissederiz. Allah Rasulü s.a.v.’le, O’nun sevgili ashabıyla, Allah dostu olarak sevip gönülden bağlandığımız insanlarla ve sevdiklerimizle bir araya gelecek olduğumuzu bilmemiz bizi her zaman güçlü tutar. Dünya hayatını ahirete özlemle yaşarız. Çünkü ölüm bir yok oluş değil yeni bir başlangıçtır. Rabbimizden bu başlangıcın biz ve bütün mümin kardeşlerimiz için iyi olmasını dileriz.
    Çoğu insan zekaya inanır, ben inanmıyorum, bizi birbirimizden ayıran emektir, ben çalışmaya inanıyorum..Prof. Dr. Aziz Sancar

  6. #6
    Uzak duя huzuя veя! SultanPinar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    08.Ocak.2016
    Mesajlar
    17,111

    Hâl Dili - Abdullah Demirtaş

    Muaz b. Cebel r.a. şöyle diyor:
    “İlim, yalnızken arkadaştır. Şaşkınlık anında rehberdir. Seçkinler arasında yardımcıdır. İlmî tefekkür nafile oruca, ilme çalışmak ise gece ibadetine denktir. İlimle ancak Rabb’e kulluk edilir, Rab bir kabul edilir ve O’na itaat edilir. İlim amelin imamıdır. Amel ilime tabidir. İlim öğrenmekte dünyada izzet, ahirette de saadet vardır.”
    İmam Gazalî, Minhâcü’l-Müteallim
    Çoğu insan zekaya inanır, ben inanmıyorum, bizi birbirimizden ayıran emektir, ben çalışmaya inanıyorum..Prof. Dr. Aziz Sancar

  7. #7
    Uzak duя huzuя veя! SultanPinar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    08.Ocak.2016
    Mesajlar
    17,111

    İyiye Doğru - Mübarek Erol

    Emri bi’l-maruf ve nehyi ani’l-münker, yani iyiliği emredip kötülükten alıkoymak, mücella dinimiz İslâm’ın temel esaslarındandır. Fert yahut toplum olarak iyiliği yaymak, kötülükleri de ortadan kaldırmak müslümanların en belirgin özelliklerinden biridir. Cenab-ı Mevlâ müberra kitabımız Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
    “Onlar Allah’a ve ahiret gününe inanırlar; iyiliği emreder, kötülükten menederler; hayırlı işlere koşuşurlar. İşte, bunlar salih insanlardandır.” (Âl-i İmran, 114)
    Ferdin ve toplumun huzuru için insanların Hak ve hakikatle irtibatının sağlanması ve korunması, ihmal edilemeyecek kadar önemli bir vazifedir. Bu konuda hiç kimse ‘bana ne’ diyemez, dememelidir. Her müslüman sorumluluk şuuruyla gücü nisbetinde bu ilahî görevi yerine getirmelidir. Hiç kimse için bir şey yapamıyorsa dahi evlad ü iyali için çaba göstermeli, sözleri kifayetsizse dahi hal hareketiyle, ahlâk güzelliği ile örnek olmalı, özendirmelidir.
    İyilik ve kötülük (İslâmî tabirle maruf ve münker) biri olmayınca diğerinin onun yerini aldığı zıt iki unsurdur. Eğer bir toplumda iyilik ve güzellik yaygın hale gelirse kötülükler gittikçe azalır. Aynı şekilde, Allah muhafaza, iyilik azalırsa kötülük yayılır. Böylece toplumu nice fitneler, fenalıklar kuşatır. Hem dünya hem de ahiret huzuru elden gider. Bu yüzden iyiliği yaymak, kötülüğü ortadan kaldırmak için gayret sarf etmek lazımdır. Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v. kötülüğe karşı mücadele etmeyenlerin sonunu şu temsille anlatıyor:
    “Bir grup insan bir gemiye binerek topluca deniz yolculuğuna çıkarlar. Oturacakları yer için aralarında kura çekerler. Herkes yerine yerleştikten sonra içlerinden biri, bulunduğu alt kattaki zemini balta ile delmeye başlar. Üst kattakiler;
    – Ne yapıyorsun, dedikleri zaman o;
    – Size ne bundan, benim kendi yerim değil mi, istediğimi yaparım! Siz ancak kendi yerinize karışabilirsiniz, der.
    Şimdi gemi ahalisinin bu adamın elinden baltayı alması gerekirken, bundan kaçınıp;
    – Adam sen de, bize ne! O kendi yerinde delik açıyor, şimdilik bir zararı yok, ne yaparsa yapsın, deyip onu haline terk ederlerse çok geçmeden hepsi birden denize batıp helak olup giderler.” (İbnü’l Mübarek, ez-Zühd, nr. 1060)
    Bu hadis-i şerif, birlikte yaşayan iyiler ve kötülerin durumunu veciz bir benzetme ile anlatıyor. Buna göre mücella dinimiz İslâm, insanları Allah Tealâ’ya ve ebedi saadete kavuşturmak maksadıyla Cenab-ı Mevlâ tarafından gönderilmiş bir gemi gibidir. Bütün insanların bu gemide yerleri vardır. İnsanlardan biri kalkıp da gemiye zarar vermeye başlayınca diğerlerinin o kimseyi uyarıp hem o kişiyi hem kendilerini kötü akıbetten kurtarmaları gerekir. Bizi ilgilendirmediğini sandığımız, yapılmasına göz yumduğumuz bir kötülük, gün gelir bize ve nesillerimize zarar verir. Aslında zarar verip vermemesi de ölçü değildir. Müslüman kimse her halükârda kötülükten uzak durur ve aynı zamanda kötülüğü engeller. Cenab-ı Mevlâ müberrâ kitamız Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
    “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i İmran, 104)
    Allah Tealâ, ilk insan Hz. Adem a.s. ile insanlara kulluğu, doğru ve yanlışları öğretti. Ondan sonra da en son peygamber Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v.’e kadar nice peygamber geldi. Onlar da insanlara doğru yolu gösterdiler, öğrettiler. İman edenler kurtuldu, inkâr edenler için ise ayet-i kerimede şöyle buyruluyor:
    “Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır.” (Âl-i İmran, 105)
    Fahr-i Kâinat Efendimiz s.a.v. bize Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’yi bıraktı. Dört Büyük Halife ve Ashab-ı Kiram Efendilerimiz de Allah Rasulü s.a.v.’in yürüdüğü yolda yürüdüler, O’ndan öğrendiklerini sonraki nesillere aktardılar. Allah cümlesinden razı olsun.
    Onlardan sonra gelen nesiller de bu yolda yürüdüler. İmamlarımız, alimlerimiz, salihlerimiz… Her biri iyiliği yaymak, kötülüğü ortadan kaldırmak için mücadele ettiler. Öyleki alimlerimizin ilmi, gazilerimizin mücahedesi asırlar boyu iyiliği yaydı, kötülüğü sildi.
    Allah dostları da her zaman iyiliği yaymak, kötülüğü engellemek için gayret sarf ettiler. Âriflerden bir zat “Bizim işimiz çözüp bağlamaktır.” buyurur. Kendisine bunun ne demek olduğu sorulduğunda da, kalbi haram arzulardan ve dünyadan çözüp Yüce Allah’a bağladıklarını söyler.
    Emri bi’l-maruf ve nehyi ani’l-münker yapacak kimse ilk önce kendi nefsinden başlamalıdır. Daha kendisine tesir etmeyen nasihatler bir başkasına fayda verebilir mi? Bu yüzden takva sahibi kimselerin tebliğ ve davetleri daha etkilidir. Aslında böyle salih kişilerin varlığı herkes için bir rahmettir. Allah dostlarının çevresinde insanların toplanmasının, onları örnek alıp kötülükleri terk etmelerinin nedeni budur.
    Kendisi uygulamayıp sadece başkalarına nasihat verenlerin anlatımı ve üslubu ne kadar güzel olursa olsun, sözleri kalbe tesir etmez. Bu sebeple büyükler her gün Allah doslarının sözlerinden birkaç sayfa okumayı emir buyurmuşlardır. Zira onların sözleri ok gibidir, asırlar öncesinde yaşamış olsalar da, ihlâs ile sarf ettikleri her bir cümle -Allah’ın izniyle- her zaman iyiliği yaymaya, kötülüğü men etmeye devam eder. İşte bu yüzden emri bi’l-maruf ve nehyi ani’l-münker vazifemizi Allah dostlarının peşinde yürüyerek ifa etmek en sağlıklı yoldur.
    Müberra Kitabımız’dan şu ayet-i kerime ile nokta koyalım:
    “Allah’a çağıran, iyi iş yapan ve ‘Ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü olan kimdir?” (Fussilet, 33)
    Rabbimizin tevfik ve inayetiyle…
    Çoğu insan zekaya inanır, ben inanmıyorum, bizi birbirimizden ayıran emektir, ben çalışmaya inanıyorum..Prof. Dr. Aziz Sancar

  8. #8
    Uzak duя huzuя veя! SultanPinar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    08.Ocak.2016
    Mesajlar
    17,111

    Dünyada Cennet Hayali -Sabahattin Aydın

    Kim ve ne üzerinden olursa olsun, yaşadığımız hayatla ne zaman kavgaya tutuşsak aradığımız şeyin huzur olduğunu bir kez daha hatırlarız. Gittikçe daha çok kalabalıklaşan, hızlanan, toza dumana bulanan bu çağda ise kavgalar hiç eksik değil. Ekonomik durumumuz bir düzelse, işler bir yoluna girse, evdeki sorunlar bir çözülse, çocuğumuz iş güç sahibi olsa, bir emekli olsak, şehirden kaçıp köye geri dönsek… huzur bulacağız. Değil! Değil, çünkü bizim şikayetçi olduğumuz hususlarla ilgili bir sorunu olmayanlar dahi asude bahar ülkesine kavuşmuş değil. Bir dinleyin bakalım, dışarıdan kâşâne görünen hallerin içerisinde ne viraneler saklı!
    Öyle görünüyor ki iki şeyi unuttuk. Birincisi insan iç dünyasında yitirdiği barışı, huzur ve sükûnu fezaları dolaşsa bulamayacak. Aynı şekilde iç dünyasında kurduğu huzuru fezalar yıkılsa yitirmeyecek. İkincisi ise dünyayı cennetle karıştırıyor olmamız. Burada neredeyse her şey yarım, eksik ve kusurlu. Tam ve kusursuz olan ise cennette. Dünya tam ve kusursuz olsaydı cennetin bir anlamı olabilir miydi? Hikmet-i ilahî böyle münasip görmüş!
    O halde huzurdan ne anlıyoruz ve ne anlamalıyız, üzerinde düşünmeye değer. “Huzur Nerede” sorusuna cevap ararken bu hususta yardımcı olmaya, eğer bir darlanma hali yaşıyorsak ufuk açmaya niyet ettik. Elbette bizimki naçizane bir çaba, aslolan ise Dergâh-ı Uluhiyetten uzanacak tevfik ve inayet eli.
    Çoğu insan zekaya inanır, ben inanmıyorum, bizi birbirimizden ayıran emektir, ben çalışmaya inanıyorum..Prof. Dr. Aziz Sancar

  9. #9
    Uzak duя huzuя veя! SultanPinar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    08.Ocak.2016
    Mesajlar
    17,111

    Amansız Hastalık Gaflet

    Yazar : Ebu Abdullah Sadık B. Abdullah
    Neda Yayınları

    Hastalıklar kişiye isabet ettiğinde onu, yapmakla yükümlü olduğu işlerden alıkoyar. Görevini tam olarak yapmasına engel olur. Hele bu hastalık, insanın en değerli uzvu olan kalpte meydana gelir ve hayatında en değerli şey olan dinini ve imanını etkiliyor ise iş daha da ciddi bir hal alır.İşte insanın kalbinde meydana gelen, dinine ve imanına büyük zararlar veren hastalıkların en büyüklerinden birisi de gaflettir. Biz bu kitabımızda Allah (Subhanehu ve Teala)'nın yardımı ile gaflet hastalığının belirtileri, hastalığı meydana getiren sebebleri, bu hastalığın insanı uğratacağı zararları, hastalıktan korunma yolları ve tedavi yöntemlerini açıklamaya çalışacağız.
    Çoğu insan zekaya inanır, ben inanmıyorum, bizi birbirimizden ayıran emektir, ben çalışmaya inanıyorum..Prof. Dr. Aziz Sancar

  10. #10
    Uzak duя huzuя veя! SultanPinar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    08.Ocak.2016
    Mesajlar
    17,111

    İslam Açısından Sihir ve Maji

    Maji ya da Kur'an'ın tabiriyle sihir, çağlar boyu insanlık amelemini meşgul edegelmiştir. Çağlar boyu, sihrin bir hakikatının olup olmadığı tartışmaları, sihir uygulamalarıyla yarn yana sürüp gitmiştir. Günümüzde de hem bu tartışmaların, hem de söz konusu uygulamaların değişik şekillerde devam edişine şahit olmaktayız.Elinizdeki kitap, konuya ilişkin iki kitapçık içermektedir. İlk kitapçıkta "sihir"in İslami ölçüler, bilhassa Kur'an ve hadis açısından tahlili yapılmakta; ikinci kitapta ise, sihrin İslam kültür tarihindeki yerine ve seyrine değinilmektedir.Çağlar boyu merak uyandıran bir konuda, birçok noktaya açıklık getiren bir eser.
    Çoğu insan zekaya inanır, ben inanmıyorum, bizi birbirimizden ayıran emektir, ben çalışmaya inanıyorum..Prof. Dr. Aziz Sancar

Sayfa 1 Toplam 2 Sayfadan 12 SonuncuSonuncu

Konu Bilgileri

Bu Konuya Gözatan Kullanıcılar

Şu anda 1 kullanıcı bu konuyu görüntülüyor. (0 kayıtlı ve 1 misafir)

Benzer Konular

  1. Elektronik Kitap (E-Kitap / E-Book) Hazırlamak
    Konu Sahibi Erdem Forum Bilgisayar Sorunları Çözümü - Online Destek
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 30.Ekim.2017, 02:16

Bu Konu için Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •  
ankara escort ankara escort ankara escort bayan kızılay escort ankara escort çankaya escort ankara otele gelen escort kayseri escort escort ankara çankaya escort kızılay escort ankara eskort

vegasslot ikili opsiyon bahis vegasslotyeniadresi.com vegasslotadresi.com vegasslotcanli.com getirbett.com getirbetgir.com tipobet