Antropolojik ilginin doğuşu, insan çeşitliliğine, farklı yaşam ve geçim biçimlerine dönük merakların ve bu çeşitliliği sergileyen yazının ortaya çıkmasıyla başlar.

Genellikle Akdeniz ve Karadeniz dünyasındaki kültürel çeşitliliği tarihinde anlatan Herodotos, bu bakımdan antropolojinin babası sayılmıştır. Bu açıdan bakıldığında Marco Polo'yu ve Evliva Çejebi'vi de ilk antropologlar olarak selamlayabiliriz. Ancak bilimsel antropoloji, 19. yüzyılda bugünün modern sosyal bilimlen şekillenirken, Batı dışında kalan toplum ve kültürlerin inceleme alanı olarak diğerlerinden ayrışarak ortaya çıkmıştır.

Kuzey Amerika ve Britanya'da yetişen ilk antropologlar, özellikle Amerika'nın modern öncesi kabile toplumları ile Afrika'da ve Avustralya-Okyanusya adalarının sanayi toplumuna adım atmamış küçük-ölçekli toplulukları üzerinde çalışarak ilk etnografyaları yaptılar.
İlk antropoloji, oryantalizmle birlikte sömürgeciliğin bilimi olarak yaftalanmıştır. Gerçekten de özellikle Britanya yönetimi altındaki ülkelerde antropologlar, burada yaşayan insanların kültürlerini, yaşam ve geçim biçimlerinin esaslarını öğrenerek, sömürge yönetimleri tarafından bu toplumların nasıl daha iyi yönetilebileceğine ilişkin eşsiz bilgiler sunmuşlardır. Bu açıdan da o zamanların hükümetlerince desteklenmişlerdir. Kuzey Amerika'da da bu çalışmalar rezervasyon kamplarına kapatılmış yerli toplulukları üzerinde yürütülmüştür. Ele aldıkları insan toplulukları bakmıından birbirine benzeyen bu iki ülke antropolojisi, kuramsal bakış açılarının farklılaşması yüzünden iki farklı antropoloji geleneği halinde gelişmiştir.

Amerikan antropolojisi, özellikle Franz Boas'ın etkisiyle, kültür kavramını esas alan bir antropoloji olarak gelisti. İngiliz antropolojisi ise özellikle Radcliffe-Brow’ın etkisi altında her topluluğun karşılıklı etkileşim içinde bulunan farklı toplumsal kurumlardan oluşan bir toplumsal yapıya sahip olduğunu düşünen_ye yapısal-işlevci adı verilen bir çizgide gelişti.
Kıta Avrupasında ise farklı bir gelenek, etnoloji geleneği gelişmiştir.

Amerikan bakış açısının kültürel antropoloji, İngiliz bakış açısının sosyal antropoloji olarak adlandırdığı disiplin burada etnoloji adıyla kök salmıştır.

Etnoloji geleneği Almanca konuşulan ülkelerde, onların Slav konuşmalarında ve Fransada toplumun kendi ulusal kültürünün incelenerek sergilenmesi için geliştirilen folklor yada halkbilimin aksine, ötekinin gözlenmesi ve incelenmesi için örgütlenmiş ve bu kurgusuyla Anglo-Sakson antropoljisinin Kıta Avrupasındaki karşılığı olmuştur. Bugün bu ayrım ve geleneklerin etkilerini ve güçlerini yitirmekte olduğunu ve genel bir antropoloji anlayışı ve yöntem birliği içinde birleşme eğilimine girdiğini söyleyebiliriz.

Oryantalizm : Batılı gözüyle doğuya bakmaktır.

Yapısal İşlevselcilik : Kıta Avrupa Antropolojisi geleneğinin aksine, toplumsal ve kültürel sistemi yapısal bir bütün halinde, öğelerinin birbiriyle ilişkisi bağlamında işleyen bir organizma gibi gören, bu nedenle de alan araştırmasını tek yöntem olarak öne çıkaran yaklaşımdır.

Postmodernizm ve Postyapısalcılık : Büyük anlatılara, özgücülüğe, nesnelciliğe, katı nedenselliğe,evrenselciliğe ve Aydınlanma dönemiyle birlikte merkeze oturan insanlık ideallerine karşı, yereli,göreli olanı, tikeli ve çoksesliliği savunan, küçük anlatıları, başka deyimle herkesin kendince doğru olan hikayesini esas alan ve bu yolla tek bir hakikat yerine hakikatlerin çoğulluğu ilkesini getiren yeni -modernizm sonrası- dünya tasarımıdır.

Doğa tarihi yöntemi:
Doğadan elde edilen gözlemlerden yola çıkarak doğa ve onun tarihi hakkında genellemelere-yasalara varma
Yöntemidir.

Homosantrizm: İnsanı bütün canlılar ve cansızlar dünyası içinde merkezi bir değer olarak alan, İnsanın bu varsayılan değeri üzerinden diğer canlı ve cansız dünya üzerindeki tahakkümünü ve denetimini meşrulaştıran görüş; her şey insan İçin ilkesidir.

Canlıların evrimine ilişkin gözlemlere dayanan ilk bilimsel açıklama Charles Darwin tarafından yapıldı. Darwin 1859 yılında yayımladığı Türlerin Kökeni başlıklı kitabında gözlemlerine dayanarak bir biyolojik evrim kuramı ortaya koydu. Bu kurama göre evrim geçilmemiş, yani ilk başlangıcından bugüne kadar de¬ğişmeden gelmiş bir canlı yoktu. zira doğadaki değişimler türlerin de değişerek yeni koşullara uyarlanmasına ya da değişemeyerek yok olmalarına neden olan bir baskı oluşturuyordu. insan da bunun istisnası değildi. insana İlişkin bu kuramsal biyolojik evrim görüşü, zamanla ortaya çıkan insan fosil kayıtlan aracılığıyla somut olarak izlenebilen bir bilgiye dönüştü.
1856 yılında Dusseldorf yakınlarındaki Neander vadisindeki bir mağarada bulunan yaşayan insana benzemeyen ilk insan fosilinden ( Neandertal İnsanından) başlayarak özellikle 20. yüzyılın başlarında Afrikadaki çalışmalarla yoğunlaşan bu bilgi birikimi biyolojik antropolojinin temeli oldu.

Öte yandan 19.yüzyılda Avrupa’da antropoloji gelişirken, onu etkileyen en önemli kavramlardan birisi ırk kavramıydı. Zira başka kıtalarda yaşayan insanlar sadece kültürel farklılıklarıyla değil Avrupalılardan fiziksel farklarıyla da dikkat çekmiş ve 18. yüzyıldan itibaren bu morfolojik farklar, ırk kavramı altında sınıflandırılmaya başlanmıştı. Bugün de kullanılan kaba ırk sınıflandırması, yani Beyazlar, Siyahlar, Sanlar gibi sadece deri rengine dayanarak insanları ayıran görüş, o başlangıç yıllarının eseridir. 19- yüzyılda bu ırk sınıflandırması, yükselen sömürgeciliğin sömürge ülkelerdeki insanlar üzerindeki tahakkümünü meşrulaştıracak bir araç haline getirildi ve Avrupa düşüncesinde, varsayılan ırksal farkın kültürel farkın, yani Batının gelişmişliğine karşın diğerlerinin geri kalmışlığının nedeni olduğunu temellendirmeye çalışan ideoloji, ırkçılık ortaya çıktı. Özellikle 20.yüzyılın başlarından itibaren II.Dünya Savaşının sonuna kadar devam eden süreçte antropoloji, bu ideoloji için kullanıldı ve bir yanlış bilinç ortaya çıktı. Bu yanlış bilinç, antropolojiyi bir ırk bilimi gibi kurguladı ve özellikle bizim gibi ülkelerde bu bilim dalının, sosyal-kültürel yanı ve diğer hümanist göndermeleri ve yine kendi tarihi içinde ırkçılığa karşı geliştirdiği güçlü damar dikkate alınmaksızın sadece bir ırk bilimi olarak algılanmasına yol açtı.

Bugünkü bilgimiz, özellikle genetik araştırmalara dayanan geniş birikim, insan türü için geçerli bir ırk sınıflandırmasının mümkün olmadığını gösterdiğinden antropolojinin böyle algılanmasını sağlayacak bir temel de ortada kalmadı. Aksine insan haklan yaklaşımının güçlü dayanaklarından ve destekçilerinden biri haline gelen antropoloji, ırk kavramı ve ırkçılık karşısında en güçlü bilimsel sesi çıkaran bir disiplin olarak yerleşikleşti.

Irk: Morfolojik farklılıklara dayanarak insanların sınıflandırılması sonucunda ortaya çıkan Biyolojik Gruplar, bu ölçütlere göre insan türünün alt değişkeleridir.