Yüce Allah tarafından; emirlerini, yasaklarını ve haberlerini kullarına bildirmek üzere gönderilen son Peygamber, bizim Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa (Allah’ın rahmet ve bereketi O’nun ve ehl-i beytinin üzerine olsun) hayatta iken Müslümanlar her türlü meselelerini Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) sorarak öğreniyorlar, ona göre amel ediyorlar, yaşıyorlardı. Rasûlüllâh Efendimiz’e (s.a.v.) Allah tarafından vahiy gelir, Ashâb-ı Kirâm da, Rasûlullah’ın (s.a.v.) mübârek meclis ve huzûrunda, Rasûlüllah’a (s.a.v.) gelen Vahy-i İlâhî’yi bizzat Rasûlullâh’tan (s.a.v.) dinleyerek Dînin hükümlerini doğru olarak öğrenirlerdi. Dînin hükümlerini bizzat Allah’ın Rasûlün’den (s.a.v.) öğrenme ni’met ve bahtiyarlığına eren Eshâb-ı Kirâm hazerâtının, Rasûlüllah’ın mübârek ve nurlu meclisinde öğrendikleri doğru ilimlerle gönüllerinin nurlandığında, i’tikadlarının saflaşıp sağlamlaştığında ve bütün müşkillerinin bizzat Allah’ın Rasûlü (s.a.v) tarafından hallolunduğunda hiç şüphe yoktur. Rasûlüllah (s.a.v.) Nübüvvet ve Risâlet vazîfesi olarak, Allah’dan aldığı Vahy’i (Allah’ın son Hak kitâbı Hazreti Kur’ânı) 23 sene boyunca, mübârek ifâdeleri ile tefsir ederek, Allah’ın emir ve yasaklarını açıklayarak, hülâsa; Dînin bütün hükümlerini yaşayarak Eshâbına öğretme vazifesini bihakkın tamamladıktan sonra, her fânî gibi, dünyadan ayrılıp ebedî hayâta göç etti. Şu bir gerçektir ki; Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.)’în irtihâlinden sonra, Eshâb-ı Kirâm ve Rasûlüllah (s.a.v.) ile müşerref olamamış olan sonraki Müslümanlar, mes’elelerini (karşılaştıkları herhangi bir müşkillerini) Sahâbe-i Kirâmın ilim ehli büyüklerinden sorup öğreniyorlardı. Kezâ, şu da ayrı bir gerçektir ki; Eshâb-ı Kirâm’ın pek çoğu müctehid derecesinde âlim idi. Hatta; Rasûlullâh’ın (s.a.v.) mübârek meclisinde iman etmiş olarak az bir zaman bulunan bir a’râbi (köylü) bile, Allah Rasûlü’nün sohbeti bereketiyle hikmetli şeyler söylemeye başlardı. Binâenaleyh; Eshâb-ı Kirâm aleyhimür-rıdvân hazerâtı ve Rasûlüllah (s.a.v.) ile müşerref olamamış olan sonraki Müslümanlar, mes’elelerini (karşılaştıkları bütün hâdiseleri) ya Sahâbe-i Kirâmın ilim ehli büyüklerinden sorup öğreniyorlar, sorma imkanları olmadığı ve ihtiyaç olduğu zamanda da kendi ictihâdları ile amel ediyorlardı. Ayrıca tarihî bir gerçek te şudur ki; Rasûlullâh’ın (s.a.v.) irtihâlinden sonra Ashâb-ı Kirâm (aleyhimürrıdvân) İslâmiyet’in yeryüzüne yayılması (Allah’ın Dîninin ve Kitâbınının insanlara tebliğ’i -ulaştırılması ve ta’lîm’i -öğretilmesi ile, ahlâk-ı Muhammedî’nin yaşanarak öğretilme ***reti demek olan Allah yolunda cihâd) hizmetini her şeyden mühim görüp, daha fazla ona çalışmışlardır. Rasûlüllah (s.a.v.) ile Vedâ Haccında bulunan 120 bin’i aşkın Sahâbe-i Kirâm’dan, yalnızca 15 bin kadarının Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’de medfun bulunmaları bu hususta pek açık bir delildir. Binâeanaleyh; Allah’ın Rasûlü’nün (s.a.v.) nurlu meclisinde öğrendikleri ilimleri, Kur’ân-ı Kerîm’den ve hadîs-i şerîflerden çıkardıkları birçok hükümleri kitaplara yazmaya elleri değmemiş yani vakit ve fırsatları olmamışdır.. Ashâb-ı Kirâm’ın (aleyhimürrıdvân) Allah yolundaki ***retleri (Allah’ın Dîninin, Kitâbınının ve ahlâk-ı Muhammedî’nin yaşanarak insanlara öğretilmesi ***retleri demek olan cihâdları) sâyesinde büyük fetihler gerçekleşmiş, Allah’ın son hak Dîni İslâm, kısa zaman zarfında bütün Arap yarımadasını aşarak yayılmış,Tâbiîn ve onlardan sonrakiler zamanında da İslâm coğrafyası iyice genişledi. Hâliyle hâdiseler de çoğaldı, câhillik yayılmaya başladı, nice bid’at (aslı Dinde olmayan şeyler) ve dalâletler (sapıklıklar, hak yoldan çıkmalar) türedi. Bunun için o zamanın İslâm âlimlerinin çalışıp ictihâd etmeleri, Müslümanlara fetvâ vermeleri, Kur’ân-ı Kerîm’den ve hadîs-i şerîflerden hükümler çıkarıp yazmaları ve insanlara öğretmeleri lâzım ve vâcib oldu. Dînî ilimleri Sahâbe-i Kirâm’dan ve onların yetiştirdiği Tâbiîn devri âlimlerinden öğrenen başta İmâm-ı Â’zam Ebû Hanife olmak üzere, Mezheb İmamları dediğimiz büyük âlimler, (Allah onlardan râzı olsun) Müslümanların karşılaştığı her mes’eleyi, Âyet-i Kerîme, Hadis-i Şerifler ve Sahâbe-i Kirâmın fetvâları (uyugulamaları ile); Âyet-i Kerîme, Hadis-i Şerifler ve Sahâbe-i Kirâmın uyugulamalarında bulunmayan hususlarda ise kendi görüşlerini yani ictihadlarını, ilmî kanâatlerini ortaya koymak sûreti ile, her suâli cevâblandırmışlar, her müşkili halletmişler, delîllendirerek cevaplandırmışlardır. Dînî hükümleri bir araya toplamışlar, kalıcı olması ve sonra gelecek nesillere Dînî bilgilerin doğru ve sağlam olarak ulalştırılması için yazılı hâle getirmişler, böylece mezhebler meydana gelmiştir. Tâbiîn ve tebe-i tâbiîn devri müctehidlerinin mezheblerinin her birine bir topluluk uymuş, kimi İmâm-ı Ebû Hanîfe’ye, kimi İmâm-ı Şâfiî’ye, kimi İmâm-ı Mâlik’e, kimi İmâm-ı Ahmed’e, kimi Süfyân-ı Sevrî’ye, kimi Dâvûd-ı Zâhirî’ye ve diğerlerine uymuşlardır. (Rahimehümullah). Ancak, zamanımızda Ehl-i Sünnetin dört hak mezhebi “Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî” mezheblerinin sâlikleri kalmış olup, diğerlerine uyan kalmamıştır. Vaktiyle hak olan o mezhebler, artık sâlikleri (takipcileri) kalmadığı için de, unutulup gitmişlerdir. Önemli Not: Bütün bu müctehidler (amel’de hak mezheb imamları) amelî bazı meselelerde ayrı iseler de, i’tikad’da bir dirler; hepsi Ehl-i Sünnet vel-Cemâat akîdesine mensupturlar. Müctehidlerin ihtilafları (amel- ibâdet ve muâmelelerle ile ilgili bazı konularda farklı görüş ortaya koymaları da) Allâhü Teâlâ’nın izni ile olmuştur. Bu hususta Peygamber Efendimiz (s.a.v.): “Ümmetimin (müctehidlerinin Dînî hükümlerde) ihtilâfı (farklı görüş bildirmeleri, Ümmetim için) rahmettir.” Buyurmuştur. Netice olarak: Günümüze kadar sâlikleri devam eden amelde hak mezheblerin imamlarının hepsi hidâyet üzeredir. Bir Müslüman amelini, alışverişini, nikâhını ve diğer işlerini bu imamlardan herhangi birine uyarak yaparsa doğrudur. Kıyâmette sevâba kavuşup Cennet’e girer. Kim de; “Peygamber (s.a.v.) zamanına mezheb ve tarîkat mı vardı? Müslümanlığın kitâbı Kur’ân ortada!. Mezheblere, tarikâtlara ihtiyaç yoktur! Ben Kur’ânı okur, Kur’ân’a göre yaşar ve hareket ederim derse” Dînini doğru yaşayamaz, hatâ etmekten kurtulamaz. Şu husus iyi anlaşılmalıdır ki; Eshâb-ı Kirâm ve tâbiîn devrinin ilk yıllarında, sohbet-i Nebî (ve sohbet-i sahabî) hürmetiyle, Müslümanların i’tikadlarının temiz olması, ihtilafların az ve kendisine müracaat edilebilecek müctehid (mezheb imâmı) seviyesinde ilim ehli kimselerin çokluğu sebebiyle, Ehl-i Sünnet ve Ehl-i bid’at hakkındaki hükümlerin neler olduğunu bildiren ilimlerin tertibine, mezheblerin te’sîsine (kurulmasına) ihtiyaç olmamıştır. Ancak, fitnelerin çoğaldığı, bid’atların arttığı, eimme-i Dîn üzerine zulmün gâlip geldiği sonraki devirler için ise, bu ilimlerin tertip edilmesi, Dînin hükümlerinin yazılı hâle getirilmesi yani Mezheblerin kurulması zârûri hâle gelmiştir. Binâenaleyh, Selef-i Sâlihîn ulemâsı denilen tabiîn yani Eshâb-ı Kirâm’dan sonra gelen devrin âlimleri, sâadet asrından hemen sonraki devirlerde, Rasûlüllah sallAllahü aleyhi vesellem ve eshâbının üzerinde bulunduğu inanç yolunu, Dînî hayatı yaşayış usullerini tesbit etmişler ve Dîne sokulmak istenen bozuk inançları reddederek, tertemiz ve sağlam bir inanç yolunu, Ehl-i Sünnet vel-Cemâat yolunun esaslarını yazılı hâle getirerek günümüze kadar intikal ettirmişler, sâlimen ulaştırmışlardır. Bu imamların ilki, Hanefi mezhebinin de İmâmı (kurucusu, esaslarını tesbit ederek hükünlerini koyucusu) olan, aynı zamanda bugünkü mânâda İslâm Fıkhı ve Hukûku’nun babası kabul edilen İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe (r.h.) Hazretleridir. İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe rahimahullah Hazretleri, amelî bir hak ve ilk mezhebin imâmı ve kurucusu olduğu gibi, İ’tikat’da Ehl-i Sünnet vel-Cemâat Mezhebi’nin teşekkülünde de müstesnâ bir yeri olan ilk kurucusu ve selef-i sâlihîn ulemâsının reisi, en büyüğüdür. İslâm Dînine yaptığı hizmetleriyle; İslâmiyet’i iman, amel ve ahlâk esasları olarak bir bütün hâlinde insanlara yeniden duyurmuş, şüphesi ve bozuk bir düşüncesi olanlara iknâ edici ilmî cevaplar vermiş, çeşitli fitne ve fesadlarla Müslümanların inançlarını bozmak, aralarına ihtilaflar sokarak bölüp, parçalamak ve böylece İslâm Dînini bozabilmek hayâline kapılanları hüsrâna uğratarak, önce i’tikad’da (Rasûlüllah ve eshâbının inancı üzere) birlik ve berâberliği sağlamış; sonra amelde; ibâdet ve muâmelerde, Allahü Teâlânın rızâsına uygun bir İslâmî hayat tarzının esaslarını ve şeklini tespit etmiştir.


RASÛLÜLLAH (S.A.V.) İMÂM-I A’ZAM’IN GELECEĞİNİ HABER VERMİŞTİR

İmâm-ı Buharî ve Müslim’in (rahimahümAllah) kaydettiklerine göre; Rasûlüllah (s.a.v.) bir mübârek hadis-i şeriflerinde:
“İman, Süreyya yıldızına çıksa, Fâris oğullarından biri elbette alıp getirir”. Buyurmuşlardır. İslâm âlimleri, bu hadis-i şerifin İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe (.r.h) hakkında olduğunda ittifak etmişlerdir. Yine, Buharî ve Müslim’de kaydedilen başka bir hadis-i şerifte Allah’ın Rasûlü (s.a.v.): “İnsanların en hayırlısı, benim asrımda bulunan Müslümanlardır (yani Eshab-ı Kiramdır). Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir (yani Tabiîndir). Onlardan sonra da onlardan sonra gelenlerdir (yani Tebe-i Tabiîndir)” buyurmuşlardır. Şüphesiz ki; İmâm-ı A’zam (r.h.); bu hadis-i şerifle müjdelenen Tabiîn’den ve onların da en üstünlerinden biridir. Ayrıca; Hayrât-ul-Hisân, Mevduât-ül-Ulum ve Dürr-ül-Muhtar adlı eserlerde kaydedilen hadis-i şeriflerde Allah Rasûlü’nün (s.a.v.) şöyle buyurduğunu görmekteyiz. “Âdem (aleyhisselam) benimle öğündüğü gibi, Ben de ümmetimden bir kimse ile öğünürüm. İsmi Nu’man, künyesi Ebû Hanife’dir. O, ümmetimin ışığıdır. Peygamberler benimle öğündükleri gibi, Ben de Ebû Hanîfe ile öğünüyorum. Onu seven Beni sevmiş olur. Onu sevmeyen beni sevmemiş olur. Ümmetimden biri, İslâmiyeti canlandırır. Bid’atleri öldürür. Adı Nu’man bin Sâbit’tir. Her asırda ümmetimden yükselenler olacaktır. Ebû Hanîfe zamanının en yükseğidir”. (Sadaka Rasûlüllah)... Şeksiz şüphesiz inanıyor ve tasdîk ediyoruz ki; Allah’ın Rasûlü, Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) hep doğru söyledi.

İMÂM-I A’ZAM HAZRETLERİ’NİN MÜSLÜMANLAR ÜZERİNDE HAKLARI VARDIR

Allah Rasûlü’nün (s.a.v.): “Âlimler Peygamberlerin vârisleridir” mübârek sözünde işâret buyurulan Allah dostu âlimlerden, Büyük Müceddid ve Mürşid-i Kâmil Ebul-Fâruk Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) Hazretleri ders okuturken talebelerine bu hususta şöyle buyurmuşlardır. İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe rahimahullah Hazretleri’nin İslâm’a ve Müslümanlara o kadar büyük hizmeti ve hakkı geçmiştir ki; O mübârek zâtın hukûkunu ödemek için, her gün husûsî olarak, bu büyük İmâm’a bir Fâtiha üç İhlâs-ı Şerif okuyup göndermeyenler ehl-i gafletten sayılır. Ebû Hanîfe: Ehl-i Hakk’ın yani bâtıldan kaçıp Hakk’a koşanların babası ve başı demektir.Yoksa, Rafizîler’in dediği gibi; Hanîfe isminde bir kızı olup da onunla künyelenmiş, değildir. Hanîfe’deki (te) mübâlağa tâsıdır. Çünki, elli beş defa Hacca gitmiştir. Kırk sene, Yatsı namazının abdesti ile Sabah namazını kıldılar. Son Haccında, Harem-i Şerifte kıldıkları iki rek’at namazın bir rek’atinde, Kur’ân-i Kerîm’in yarısını sağ ayağının üstünde, yarısını da diğer rek’atte ve sol ayağının üstünde hatmettiler. Sonra; Yâ Rabbi; Sana Hakkıyla kulluk ve ibâdet edemedim. Ancak, Seni Hakkıyla bildim ve Sana yakîni iman ile İman ettim Ya Rabbi! diye ilticâda bulundular. İşte; İslâm’a ve Müslümanlara pek büyük hizmeti ve hakkı geçmiş olan İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe rahimahullah Hazretleri böyle bir mübârek zâttır. Bu sebeple; Müslümanlar O mübârek zâtın hukûkunu ödeyebilmek için, her gün husûsî olarak, bu büyük İmâm’a bir Fâtiha üç İhlâs-ı Şerif okuyup, rûhuna hediye göndermelidir.” (Aziz ve temiz ruhları için; el- Fâtihâ)